Evet, 27 Mayıs Cumhuriyet tarihinin ilk askeri darbesidir. Ama Türkiye’de asker-politika ilişkisi çok daha eskilere uzanır. Osmanlı’nın büyük ölçüde bir ordu-devlet olduğu konusuna isterseniz hiç girmeyelim. Cumhuriyetin ilk meclisinde ise ciddi bir subay ağırlığı vardır. İkinci mecliste de hemen hemen bütün ordu komutanları milletvekilidir. Savunma, Bayındırlık, Ulaştırma ve İçişleri Bakanlarının asker olması bir gelenek haline gelmiştir. 1950’lere kadar bu görünüm bozulmamıştır. Milli Mücadelenin başkomutanı Mustafa Kemal Atatürk cumhurbaşkanı; Mareşal Fevzi Çakmak ise genelkurmay başkanıdır. Ardından milli şef görevi İsmet İnönü Paşa’ya geçer. Ordunun bu dönemdeki konumu hakkında Mevlüt Bozdemir’in yorumu dikkat çekici: “Ordu toplumsal bir sınıf değildir ama Türkiye’de bir sınıf rolü oynamıştır. 1950’lere kadar yandaşlarıyla birlikte burjuvaziyi ikame etmiştir. Sanki iktidarı ‘emaneten’ kullanmış ve 1950’de esas sahiplerine devretmiş gibidir.”
Askere kız verilmez
1950 seçimleri sonunda büyük bir patlama yaratarak iktidara gelen Demokrat Parti döneminde ise her şey değişir. “Ordu gerçek yerini bulmalı, halkın ve milletin emrinde olduğunu öğrenmeli,” görüşüyle yola çıkılarak, orduyu küstürecek uygulamalar yapılır. Atamalardan terfilere kadar her şey Milli Savunma Bakanları ve Başbakanlık tarafından belirlenir. Amerika’nın askeri yardımı DP’yi yüreklendirir. “Ordu Amerika’ya bağlı. Amerika da bizi destekliyor. Asker bu nedenle bize mahkumdur, emrimizden dışarı çıkamaz,” diye düşünülmektedir. Bunlara paralel olarak o döneme kadar daima ön planda olan subayların gelir düzeyleri düşer, toplum içindeki statüleri sarsılır. Mehmet Ali Birand Emret Komutanım’da bu dönemi şöyle özetler: “1950’lerin sonuna doğru subaylar, ev kiralanmaz, kız verilmez, günlük yaşantısını güçlükle geçiren bir kesit durumuna düştü.”
Öte yandan Demokrat Parti iktidarı, son döneminde, kendi dışındaki görüşlere ve demokratik istemlere ağır bir baskı uygulamıştır. İsmet İnönü 12 Ocak 1960 tarihinde seçim çalışmalarında DP’yi dini siyasete alet etmekle suçlar. Menderes ise, İnönü’yü “Milli Şeflik üniforması giyerek karşısına dikilmeye” çalışmakla itham eder ve şöyle sürdürür: “Vaktiyle herkes susturulmuş, yalnız Şef konuşur ve kimse karşılık veremezdi. Şimdi artık konuşmak yalnız İnönü’nün imtiyazı değildir ve en mühimi siyasette tehdit geçer akçe olmaktan çıkmıştır.”
27 Mayıs’ın habercisi İnönü’nün TBMM’nde 18 Nisan 1960 tarihinde yaptığı ve kamuoyundan gizlenen konuşmadır. Bu konuşmada İnönü şöyle diyordu:
“Eğer bir idare, insan haklarını tanımaz, baskı rejimi kurarsa, o memlekette ihtilal behemahal [mutlaka] olur. Böyle bir ihtilal dışımızda, bizimle münasebeti olmayanlar tarafından yapılacaktır. Bu yolda devam ederseniz, ben de bizi kurtaramam. Şimdi arkadaşlar şartlar tamam olduğu zaman milletler için ihtilal meşru bir haktır. İhtilal meşru bir hak olarak kullanılacaktır.” DP açık açık darbe ile tehdit edilmektedir.
Olaylar hızla gelişir. 28 Nisan1960’da İstanbul Beyazıt Meydanı’nda üniversite öğrencilerinin yaptıkları gösteride, Turan Emeksiz adlı öğrenci polis kurşunuyla öldürülür. Gençler dağılmadan üniversite bahçesinde toplanarak hep bir ağızdan eski bir halk türküsünü (Osman Paşa) yeni sözlerle söylemeye başladılar:
Olur mu böyle olur mu
Kardeş kardeşi vurur mu
Kahrolası diktatörler
Bu dünya size kalır mı?
3 Mayıs tarihinde, Kara Kuvvetleri Komutanı Cemal Gürsel, üniversite olaylarının ardından Milli Müdafaa Vekili Ethem Menderes’e sert bir mektup gönderir ve görevinden “izinli olarak ayrıldığını” açıklar. Gürsel bu mektupta Cumhurbaşkanı ve bazı kabine üyelerinin istifa etmesi başta olmak üzere bir dizi talebini açıklar ve mektubu şöyle noktalar: “Sayın Vekilim, mâruzatım muhakkak ki çok mühim ve hatta çok cüretkârdır. Fakat, memleket için, milletin selameti için, hükümet ve hatta partinizin kurtarılması için dikkate alınması lazımdır ve hatta çok lazımdır. Saygılarımla.” Darbe kapıdadır.
Vatandaşlar radyonuzu açınız
27 Mayıs’ı duyuran ilk ses İstanbul Radyosu’ndan yükselir. Sabaha karşı 4.15’de önce genç bir teknisyen, üzerinde radyonun açılış sinyali bulunan ( Üsküdara giderken aldı da bir yağmur) plağı pikaba koyar, ardından anons verilir: “Dikkat dikkat! Burası İstanbul Radyosu…”. İstiklal Marşı çalındıktan sonra yayın stüdyosundaki Binbaşı silahlı kuvvetler bildirisini okumaya başlar: ”Büyük Türk milleti; bütün Türkiye’de silahlı kuvvetlerimiz 27 Mayıs sabahı saat 3’ten itibaren idareyi ele almış bulunmaktadır. Bütün vatandaşlarımızın ve emniyet kuvvetlerinin silahlı kuvvetlerle yakın işbirliği sayesinde, bu harekât hiçbir can kaybı olmadan başarılmıştır. İstanbul’da ikinci bir tebliğe kadar silahlı kuvvetler mensupları hariç sokağa çıkma yasağı konmuştur.”
Caddelerde, “Sevgili vatandaşlar, radyolarınızı açın, radyolarınızı dinleyin,” diye halkı uyaran hoparlörlü ekipler dolaşmaya başlar. Duyan radyosunun başına geçer. Radyolar Milli Birlik Komitesi’nin (MBK) bildirileri yayınlamakta, marşlar çalmakta, Atatürk şiirleri okumaktadırlar. Bayar, Koraltan ve Menderes başta olmak üzere DP liderlerinin tutuklandıkları da önce radyolardan açıklanır. General Cemal Gürsel İzmir’den getirilerek MBK’nin başına geçirilir.
MBK’nin14 numaralı bildirisi ile, DP’nin basına koyduğu yasaklar kaldırılır. Sabık hükümet tarafından tutuklanan subaylar, askerler, öğrenciler ve gazetecilerin derhal serbest bırakılacağı açıklanır. 27 Mayıs darbesinin yapıldığı gün Prof. Dr. Sıddık Sami Onar başkanlığında kurulan “Anayasa Komisyonu”, bir gün içinde darbeyi aklayan bir rapor hazırlar.
27 Mayıs’tan bir gün önce “örtülü ödenek”ten beslenen ve iktidarı yere göğe sığdıramayan basın, 27 Mayıs’tan bir gün sonra “Milli Birlik Komitesi”nin resmi yayın organları haline gelmiştir. Komite üyeleri ile röportajlar yapılır, çocukluktan başlayarak yaşam öyküleri anlatılır, aile albümleri basılır. Devrik hükümet üyeleri, Başbakan ve Cumhurbaşkanı hakkında abartılı karalama kampanyaları başlatılır. Basındaki bu gelişmelere paralel olarak, birbiri ardına kitaplar yayınlanmaya başlar. Anılar, derlemeler, hicviyeler, karikatür albümleri ortalığı kaplamıştır. Bunların satışları da oldukça iyidir. Örneğin Yusuf Ziya Ademhan imzalı Ocak Başkanı adındaki hicviye kitabı kendini tanıtırken “Diktatörlerin ardından taşlama şiirler” açıklamasını kullanmaktadır. Kitapta, birinci baskının 15 bin adet olarak yapıldığı belirtilmektedir. Dönemin tüm benzeri yayınlarında olduğu gibi baş hedef Menderes ve Bayar’dır. “Sabıkalı Sabık Başbakan Adnan Menderes’e” taşlamasındaki üslubun, o dönem için oldukça kibar kaldığını bile söyleyebiliriz:
Bir elde tesbih bir elde viskisi
Tek gayesi kadın ile içkisi…
Beynelminel sahtekârdır düzenbaz,
Cani runlu bu başbakan eskisi!..
27 Mayıs’ı anlatan, “ordu millet elele” kapak resimli kitapların sayısı da bir hayli fazladır. Bunların bazıları bizzat MBK kanalıyla yayınlanmakta, diğerleri ise çeşitli kuruluşların imzalarını taşımaktadırlar. Milli Türk Talebe Birliği tarafından çıkarılan Hürriyet Yolunda adlı kitapta yer alan yazılarından biri de Tuğgeneral Faruk Güventürk imzalıdır ve “27 Mayıs Niçin Meşrudur” sorusuna ordu açısından bakarak şöyle cevap vermektedir: “İktidara ayak bastıklarının ertesi günü kahraman Türk ordusuna kopasıca dillerini uzattılar, ki bu ordu tarihin en uzak en eski günlerinden bu yana hep zaferler derlemiş, ülkeler fethetmiş, tarihler yıkmış ve tarihler yaratmış, dostundan, düşmanından ve herkesten sadece hürmetler görmüş, milletin mesnedi, vatanın tek koruyucusu mukaddes varlıktır. Onun için de subay, er, çavuş, onbaşı, başçavuş toplum [içinde] Mehmetçik mukaddes isminde manalaşan o varlığa hücuma geçtiler. Onu başka milletlere jürnal ettiler. Onun aleyhinde anlaşmalara girmek istediler ve tarihin hiç bir safhasında hiç bir milletin idarecisinde görülmemiş bir aşağılık duygusiyle kendi ordusuna karşı durdular.”
Tuğgeneralin üslubu zaman zaman hicviyecileri de geride bırakmaktadır: “İşte bu emelsiz, gayesiz hırsız çete grubu komitacı taslağı, artist bozuntusu, sahtekâr riya ve yalan hazinesi, aşağılık hastalıklarıyle malûl insanlar bu mukaddes varlığı yıkmak istedikleri için de bu ihtilâl meşrudur.”
Diktatörler albümü
Ama, bir “27 Mayıs edebiyatı”ndan söz edeceksek, bu konuda baş köşeyi mizah dergilerine vermemiz gerekir. Dönemin bütün mizah dergileri (Akbaba, Şaka, Karikatür vb.) kapaklarından iç sayfalarına kadar, 27 Mayıs ve özellikle devrik DP yöneticileri ile doluydu. Bu dergiler arasında biri ön plana çıkar. Karikatürist Orhan Ural’ın çıkardığı (ve tüm karikatürlerini çizdiği) Diktatörler Albümü. Adından da anlaşılacağı gibi, bu derginin tek bir konusu vardır: Devrik ve yargılanan DP yöneticileri. Bu albüm-dergide hemen hemen hiç yazı yer almamakta, tüm sayfaları karikatürler doldurmaktadır. Bayar, Menderes ve kabine arkadaşlarını yerin dibine batıran, yigit ve mağrur İnönü’yü kutsayan çizgilerdir bunlar. Yassıada’nın yargıçları da Tanrı katındaki yöneticiler gibi sunulur. Yani tam dönemin dergisidir ve bu nedenle de yok satar…
27 Mayıs, özellikle “kentli” kesimler tarafından büyük bir destek görmüştür. O günlerde doğan çocukların büyük çoğunluğu Hürriyet adını taşır. Darbenin hemen ardından Hazine’ye katkıda bulunmak amacıyla ordu mensuplarının başlattıkları altın ziynet eşyalarının hibe edilmesi kampanyası hemen benimsenir. Halk günlerce kuyrukta bekleyerek alyanslarını bağışlar, yerine verilen değersiz 27 Mayıs yüzüklerini iftihar ederek takar. Yeni çıkan 27 Mayıs sigarası karaborsaya düşer. Hemen bir Cemal Gürsel Kupası düzenlenerek futbol maçları tertip edilir. En şenlikli hatıra ise Zeki Müren sayesinde hafızalara kaydedilecektir. 12 Haziran 1960 gününden itibaren Tepebaşı Bahçesi’nde her akşam Zeki Müren, “kahraman Türk Ordusunun ve Asil Türk Gençliğinin Hürriyet Marşı Vatan Türküsü” Osman Paşa tablosunu “mehter refakatinde takdim etmekle” şeref duyacaktır. Bu gösteriyi seyredememiş olmaktan dolayı, inanın çok hayıflanıyorum… (Ama aslında bu gösteri hiç yapılamaz, sıkıyönetim komutanlığının emriyle yasaklanır.)
Ordu ilerici midir?
27 Mayıs darbesi 1961 Anayasasının ilerici özellikleri sayesinde uzun bir dönem dokunulmazlığını korudu. “İlerici ordu” söylemi geniş kesimler tarafından tartışılmadan kabul gördü. Darbenin üzerinden beş yıl geçtikten sonra, 1965 seçimlerine katılan Türkiye İşçi Partisi bile 27 Mayıs mirasına sahip çıkıyordu. 2 Ekim 1965 günü radyoda parti adına konuşan (eski Milli Birlik Komitesi üyesi Binbaşı) Muzaffer Karan, “İşçiler, köylüler, dar gelirli vatandaşlar, toplumcu aydınlar, Atatürkçü ve 27 Mayısçı subay kardeşlerim,” diyerek başlıyor ve 27 Mayıs’ın niçin haklı bir müdahale olduğunu anlatıyordu. O dönemde Türkiye İşçi Partisi’nin Genel Başkanı olan Mehmet Ali Aybar, yıllar sonra kaleme aldığı TİP Tarihi’nde ise olaya çok daha objektif bakacaktı: “Cumhuriyet döneminde ilk kez Silahlı Kuvvetler yönetime 27 Mayıs darbesiyle el koymuştur. Böylece tehlikeli ve çok sakıncalı bir yolda adım atılmış oldu. 27 Mayıs’ı, ikisi başarısız girişimler olmak üzere, dört askeri darbe izlemiştir. Yirmi yılda beş darbe; seçim gibi bir şey!…”
27 Mayıs’ın meşru sayılması konulu ideoloji, 12 Mart ve 12 Eylül’ün darbeleriyle sarsıldı. Bu darbelerin hemen arkasından, ordunun “ilerici” olduğuna dair görüş üreten sol kesimlerin ne denli yanıldıklarını tarih açıkça gösterdi. Ama alınan dersler yeterli olmamış ki, bugün hâlâ askeri çözümlerden medet umanlar var. Bir zamanlar Genelkurmay bildiri yayınladığında, bunun niçin bir “muhtıra” sayılamayacağını ilanlarla açıklamaya çalışanlar bunun bir göstergesiydi. Televizyonlarda, askerlerin de mühendisler ya da işçiler gibi görüşlerini bildirmesinden niçin korktuğumuzu soranlar bile çıkmıştı. Günlük yaşam içinde karşılaştığım bir olay ise tüyleri ürpertecek kadar şaşırtıcıydı. Ahırkapı’daki Hıdrellez Şenlikleri sırasında, Göksenin İleri ve Topluluğu’nun söylediği Harbiye Marşı’na gözü yaşararak eşlik eden kadınlardan kurulu bir sokak korosuna tanık olmuştum. 1928 yılında bestelenen bu marşın hâlâ tedavülde olduğunu görmek, ordu aşkımızın geleceği konusunda endişeler uyandırmaya devam ediyor. Bir görüşe karşı çıkmanın tek yolunun, demokratik mücadeleden geçtiğini unuttuk mu yoksa? Unutmayalım ki hiç bir yanlış, başka bir yanlış tarafından giderilemez…