Timbuktu Paul Auster’in bir romanın adı. Okumaya başlayınca, bir köpeğin gözünden kulağından ağzından anlatılan bir şeyler olduğunu öğreniyoruz. Sonra Batı’da ‘Timbuktu’ya gitmek’ tabirinin ‘Kaf dağının ardı’ ile ‘ta cehennemin dibine’ arasında anlama geldiği farkettik. Ama Timbuktu, hoş, kulağa ritmik gelen bir kelime, bir isim; kurcalamaya devam ettik ki, iyi ki etmişiz:
- Timbuktu yazmaları olarak bilinen ve 285,000 parça olduğu tahmin edilen (vak’a rakam bazı yerlerde 700,000 olarak geçiyor) on kadar aileye ait kitapların bulunduğu bir kütüphane kent. (Bu tabir de ne kadar doğru bilemedik). Bir de şunu söyleyelim; bazı kaynaklara göre bu ailelerin sayısı 35 ve her yıl Hacca giderken kitapların kıymetlilerini yani Kuran-ı Kerim’leri yanlarına alıp diğerlerini geride bıraktıları kölelerine emanet ediyorlar, ve kuzeye çöle doğru bu kitaplar küçük seyahatler yapıyor.
- Yazmalar 13 yüzyıldan bu yana geliyor. (Evet 13. yy). Hatta 9. yy’dan gelen belgeler de olduğu iddiası var. Şöyle söyleyelim: İbn-i Batuta 1353’de gittiğinde, ve Afrikalı Leo namı ile maruf Hasan Al-Wassan 1526’da uğradığında kütüphaneleri müşahede ediyor.
- Kitapların % 90’ı Arapça, gerisi yerel dillerde ama neredeyse tümü Arap alfabesi ile. Timbuktu günümüzde Mali’nin bir şehri ve başkent Bamako’dan 1000 Km kadar kuzeyde, Sahra çölünün yamacında. Bu yüzden Timbuktu’daki bu aileler ‘çöl Kütüphanecileri’ olarak da anılır.
- Bu kütüphanelerin varlığı Batı dünyasındaki ‘tüm Afrika kültürü, sözel ve arkeolojik kaynaklıdır’ kavramının köküne kibrit suyu ekiyor. Bu haksız yanılsamaları yerle bir ediyor, edecek mi demek lazım çünkü korumaya alınıp incelenmiş ve dijitalize edilmiş kısmı henüz çok az. Yine de bildiğimiz, kitapların astronomiden, biyografiye, günlük hayattan İslami metinlere çok geniş bir konu yelpazesi olduğu. Tabii ki, diğer büyük bir sıkıntı da yazarlarının, kitaplarına tarih atma hatta bazen isim yazma alışkanlıklarının olmaması.
- Avrupa’nın sömürgeleştirme öncesi müthiş bir Sufi kültürünün birikmiş olduğu görülüyor. Ayıptır söylemesi Kant ve Hegel ‘Afrika’yı dönemlerinde, kültürsüz tarihsiz ve düşük zekalı insanların yeri olarak göstermekle biraz feci ayıp etmişler.
- En önemli bilge Ahmet Baba olarak göze çarpıyor (1556 – 1627). Elli kadar eser bırakmış ve bunlardan yirmi sekizi günümüze ulaşıyor. Ahmet Baba Vakfı günümüzde de faal durumda; 20,000 kadar yazma eser kütüphanelerinde hala korunuyor.
- Ahmet Baba’nın günümüze ulaşan en önemli eseri Tuhfet-ül Fudala. Bilgiye, bilginin birikimine, yani yazılı olmasına o kadar, geleceğe ulaşmasına o kadar önem veriyor ki; ‘alimin mürekkebi şehit kanından daha makbuldür’ diye söylem göze çarpıyor. Daha da çarpıcı bir söylem: ‘ulemanın bir saatlik vecdi, yetmiş yıl namaz kılmaktan evladır.’ Galiba bu da düşünmek, zihnen üretmenin öneminin vurgusu. Valla bizden bu kadar. Gerisi, ne kastettiğini çözümlemek, ayıklamak asıl metine ulaşarak bize değil gerçek entelektüellere düşer.
- Son bir not: yazmaların, kütüphanelerin bekası o kadar heyecanlı, epik hikayeler ile bezenmiş ki… Mesela 2012 den itibaren İşid ve yöresel türevleri bölgeye dadandıklarında, tabii ki yukarıda bahsi geçen söylemlerle dolu tüm kitapları imha etmeye yeminliler. Ancak tüm yazmalar, kısmen nehirlerden kısmen meyve sebze kamyonlarında saklanarak civar şehirlere aktarılıyorlar. Neden taşınan kitaplar ile ilgili bir film de hazırlanmış. Çok ısrar ederseniz haftaya biraz daha bir şeyler yazarız.
Timbuktu yazmalarından görüntüler