Siz hiç yüz yüze karşılaşmadığınız, elini sıkmadığınız, oturup karşılıklı çay kahve bile içmediğiniz birisini dost gördünüz mü? Rick bir marangoz, şair, sahaf, heykeltraş idi. Michigan’da, küçük bir kasaba olan Three Oaks’da yaşardı. Kendisini tanımama vesile olan şey, kitaplardan yaptığı harikulade sanat eserleriydi. Yüzyıllık Yalnızlık için müthiş bir ahşap kutu yapmıştı mesela, üzerinde silik bir Macondo yazısıyla, pek yakında dünyanın bir başka köşesinde bir ailenin masasına gitmek üzere yola çıkacak muzların konduğu paletleri andıran. Bu sandığın etrafına metalden kahverengi kelebekler serpiştirmişti, romandaki kahramanlardan birini hep takip eden kelebekleri. Dalton Trumbo’nun “Johnny Silahı Kaptı”sı için kitabı deriyle kaplamış, üzerine antika bir telgraf vericisini yerleştirmişti. Moby Dick’ten Çimen Yaprakları’na, Prens’ten Kuzgun’a birçok edebi eseri birer sanat objesine çevirmeyi başarıyordu ürettikleriyle.
Rick’le zamanla sosyal medyada tanıştık, ara ara sohbet etmeye başladık. Hiç unutmam, ilk konuşmamız mülteciler (aralarında bir iki Türk de vardı) için yaptıklarıyla ilgiliydi. Amerikan taşrasında kitap, antika eşya ve kendi tasarımlarını sattığı dükkânı, etraftakilerin buluşma noktalarından biriydi. Eşi bir çiçekçiydi, bir konuşmamızda onu, taze kır çiçekleriyle tavladığını anlatmıştı. Pek kasaba dışına çıkmazlardı, büyük şehirleri sevmezlerdi, boş vakitlerinde şiir günleri düzenlerler, dostlarıyla vakit geçirirler, Cumartesi akşamları dans etmeye giderlerdi. Bir iki videosunu izlemiştim, hem danslarını hem de gözlerinden akan sevgilerini izlemeye doyamamıştım. Tıpatıp aynı ada sahip Amerikalı ressam hakkında “hem babam, hem de benim için bela oldu, herkes karıştırıp duruyor” derdi gülerek. Babasının ismi de Richard Tuttle’dı. Tom Waitz dinler, Mevlana okumayı severdi. Uzun uzun Mevlana’dan bahsetmişti bir defasında. Bu fakir, maalesef kararsızlıktan çok beğendiği Yüzyıllık Yalnızlık’ı kaçırmıştı ama Gazap Üzümleri’nin büyük boy eski bir baskısından yaptığı, Tom Joad’un Oklahoma’dan Kaliforniya’ya taşıdığı, artık eskimiş, sararmış hayali deri çantayı almıştı. Özel bir hikayeden dolayı (belki bir gün anlatırım), iş yerimde, göz hizamda durur.
Rick’le en son birkaç ay evvel haberleşmiştik. Sevdiğim bir Türk romanını da bir objeye dönüştürebilir mi diye merak etmiştim. Zamanı olmadığını söyleyerek şaşırtmıştı. Bazen üç harflik küçük bir kelime göründüğünden çok daha farklı anlamlar taşır: “I don’t have the time” demişti, “I don’t have time” değil. Kimseye İngilizce öğretmek haddim değil ama, malum “the” kelimesi belirli şeyler için kullanılır. Belirli bir kedi, belirli bir kitap, belirli biz zaman süresi… Şimdi düşünüyorum da, o an nasıl anlayamamışım. İnsan bazen gözünün hemen önündekini göremiyor: Dostumun zamanı yoktu, çünkü ölüyordu. Kendisini geçtiğimiz hafta kaybettik. Bir şair olma iddiam yok (ve şiir bilen dostlar, eğer berbatsa lütfen yüzüme vurup beni utandırmayınız) ama içinden şu dizeler çıktı o an:
Güvercinler havalandı
bir silah patlamasına yüreğimden
Bir adam öldü Mişıgın’da,
dans ediyordu.
Bir kadın, çiçeklerin içinde,
ağlar.
Hırıltılarla kana bulanan
beyaz bir kısraktı zaman,
geçerken sahnesinden tüm edebiyatçılar
kelebekler uçtu bir merminin gölgesinde
ve çekildi yalnızlığı sessizce gecenin.
Bir idam mangasının gölgesinde
söylenemeyeceklere aktı bir damla yaş
karanfilli kadın kaldı ardında, yalnız
göreceği güzel günler
uzaktır.
Dostumu özlemle anıyorum.
Richard Tuttle