“Dünyanın en büyük havaalanları, köprüleri, tünelleri, yat limanları bizdeymiş. Efendi, bu edebiyatı bırak da, dünyanın en güçlü ve vasıflı okullarından, kütüphanelerinden, kültür ve sanat merkezlerinden bahs et bana.” (Şevket Eygi 1933-2019)
Marx’ın bir sözünü hatırlıyorum; “İnsani olan hiç bir şey bana yabancı değildir” diye. Bir Latin özlü sözünden dönüştürülmüş bu vecize, kitaplar ile hayatı boyunca ünsiyeti (karşılayacak yeni kelime maalesef yok) olanlar için kuşatıcı bir bütünlük içerir. Geçtiğimiz hafta hayata veda eden bir şahsiyetin, yayıncı, gazeteci olmasının ötesinde bende bir farklı anlam itibariyle kitap tutkunu bir koleksiyoner Mehmet Şevket Eygi’nin bu farklı yönü üzerinde biraz durmak istiyorum.
İdeolojik körlüklerin insan ilişkilerine alabildiğine sirayet ettiği çağımızda, her şeye rağmen hani derler ya; Amor Librorum/Kitap sevgisi bizi bir araya getirir.
İşte bu hakikat penceresinden bakınca kitaplar ile geçen cümle hayata saygı duyarız efendim.
Merhum Şevket Eygi Beyefendi’nin koleksiyon tutkusu Galatasaray Mektebi ve sonrasında Mülkiyeli olmasıyla ve biraz da eski İstanbul kültür muhitlerinde bulunmasıyla klasik Osmanlı geleneğine eklemlenmiş bir çizgide oluşmuştu. Necip Fazıl’dan Cemil Meriç’e, Sakallı Celal’den, Fikret Adil’e uzanan bir çeşitlilikte Eski Marmara Kıraathanesi müdavimleri diyebileceğimiz bir zaman kesitinde kendi karakterlerini edinen 1950 sonrası şahsiyetlerinin ortak özelliği de zaten sahaflar ve kitaplar ile oluşturdukları irtibattır. Eski kültür dergilerini karıştırdığımızda yapılmış söyleşilerde mutlaka kitapların dünyasından da bahisler geçer.
Eygi Merhum hayatı boyunca evlenmedi. Sultanahmet’teki evinde kitapları, kedileri ve sanat eserleri koleksiyonuyla bir ömür geçirdi. Hatıralar yumağına dokunduğumda iki hatıra geliyor hatırıma: Biri ünlü sahaf yasası ile adı deliye çıkan merhum Sahaf Tayfun Kurt’un istimlak edilmezden önce Üsküdar’da meydanda bulunan (Çınar sahaf) dükkanında sanırım 1998 Mayıs ayı idi. Tayfun bey ile dükkanında hasbihal ederken, içeriye Şevket Eygi bey girdi. Tayfun bey kendisini tanıyordu, ancak, hiç istifini bozmadan sohbetine devam etti. Şevket bey, “efendim, el yazma bir şeyleriniz var mıdır?” deyince, Tayfun, her zaman ki sırlı yüzü ile dönüp, “beybaba burada adı bir şeyler olan yazma yok.” Şuradaki çekmece içinde isimlerini içine yazdığım yazma kitaplar var, alıcı iseniz onlara 10 dakika bakın” dedi. Bunun üzerine Şevket bey, “peki efendim bakayım” dedi.
10 dakika sonra da küçük bir yazma şiir mecmuasını masanın üzerine bıraktı. Cebinden de üzerinde Mehmet Şevket Eygi yazan, sarı basın kartını yazmanın kenarına koydu. İçinden de “bu sahaf beni tanımadı herhalde” diye düşünmüş olacaktı ki. Karttaki ismi görünce belki tanırlar durumuna gelmişti vaziyet. Bu durum karşısında “Tayfun bey, ayağa kalktı; “Yahu Şevket Baba , bak seni nasıl tongaya düşürdüm. Seni tanımazdan geldim. Kaç senedir dükkanımın müdavimisin yahu ortaya kartını koymana ne gerek vardı” dedi. Ortam bir anda neşelenmişti. Uzatmayalım, kahveler geldi. İçilirken, yazmanın fiyatı da belli oldu: “Şevket baba, bu yazma dün aldığım kitapların içinden çıktı. İlk sen görüyorsun (klasik sahaf dili!), başkasına 100 bin lira (100 lira), sana 20 bin lira (20 lira) dedi. Ben de söze girip, aşkolsun bu nasıl ucuz fiyat. 1970‘lerin fiyatı, dedim. “Eee Şevket bey 70’lerin ekonomisi ile alır kitaplarını, onun fiyatı özel olur” dedi. Hasılı kelam, ilginç bir tanıklık olmuştu benim için.
Aradan yıllar geçti 4-5 sene evvel bir vesile ile Balat’ta karşılaşmıştık, “Gel şurada zaman zaman eski tabak, çanak aldığım bir dükkan var oraya bakacağım gidelim” dedi. Beraber yürüdük, sigara büfesi kadar ufak bir dükkan idi. Şevket bey, dükkan sahibi ile konuşup gösterdiği 2 adet eski Kütahya tabak almıştı. Derken, rafta altta duran bir kaç eski Türkçe kitaba ilişti gözleri. Birini çekip aldı, ben de uzanıp bir sayfasına baktığımda; bunun; “Bulak Baskı Sezai Gülşeni Divanı” olduğunu anlamıştım. Şevket bey’in bununla ilgilenmediğini görünce dükkan sahibine dönüp; “bunu ben alayım ne kadar olur?” diye sorduğumda, Şevket bey söze karışıp “ama efendim bu kitabı önce ben gördüm!” dedi. Yapacak bir şey yoktu. Kitap gözümün önünde idi, ama evet; önce Şevket bey görmüştü. “Buyrun alın” dedim. “ Tamam aldım ve şimdi de size hediye ediyorum. Bu bende var, hem de saray cildinde, Ziyad Ebüzziya Bey’den almış idim” diye devam etti. Teşekkür ettim bu güzel armağan için.
İşte kitaplara duyulan ilgi ve sevgi böyle bir şeydi.
Bu haftanın yazısına vesile olan Merhum Şevket Eygi bahsini kapatırken, O’ndan dinlediğim ve oldukça ballı bir kısmeti olduğunu anladığım hatırası ile kendisini hayırla yad etmiş olalım: “Yetmişli yılların sonunda bir ahbabımın oğlunun düğünü için Topkapı tarafına yürüye yürüye inmiştim. Baktım, düğüne daha 1 saat var .. Sokak içinde yürüyeyim bari diye düşündüm. Sokağın sonunda sağda bir eskici dükkanı gördüm. İçeri girdim, hurdacı mekanı gibi. Pek bir şey bulamadım. Tam çıkacakken “kitaplar var mıdır sizde” dedim. Dükkan sahibi genç, bekleyin babamı çağırayım dedi. Biraz sonra babası geldi. Emekli muallim imiş. “hoşgeldiniz. Bize pek kitap düşmez, fakat şurada dolabın içinde bir torba Arapça kitaplar var okuyamıyorum, onlara bakın okuyabiliyor iseniz, merak duyarsanız size vereyim” der. Kitaplara baktım ki, aman Allahım.. Bunlar yazma. Mevlevilik üzerine el yazma kitaplar.. 6 – 7 tane çok güzeli var. ”Evet” dedim, “alayım bunları”. “Fiyat buyurun.” Hepsine bir siftah atın, hayrını görün..”
“olmaz efendim, bunlar mühim kitaplar, el yazma, baskı değil bunlar, hakkınız geçer bana, size benim param ile 300 lira! veriyorum. “ dedikten sonra helalleştik ve dükkandan çıktım.
“İşte böyle Seyfettin Bey, nereden nereye. Bak kitap işi biraz kısmet işidir. Kısmet bazen ayağına gelir.” Diye nakletmişti başından geçeni. Bu hatırayı şimdi burada naklettiğimde; biraz avcı hikayesi gibi görünse de 70’li yılların kitabiyat bolluğunda hakikaten yaşanmış olması garip gelmeyecektir.
Hepimiz için böyle kısmetlerin ayağımıza gelmesi dileklerimle efendim.
Yukarıda: Rahmetli Mehmet Şevket Eygi
Aşağıda : Çınardibi Sahaf Rahmetli Tayfun Kurt