Bardağa doldurulduğunda altta kalan sarı sıvıyla üstteki beyaz köpük insanın iştahını açan görsel bir zıtlık yaratıyor. Buz gibi biraya hayır demek zor, hele de ortalığı kavuran yaz mevsiminde. Ademoğlu asırlardır lıkır lıkır bira içiyor.
Serinletmekle kalmıyor, böbreklerden mesanenin çıkış kapısına kadar boşaltım sistemini şelaleye çevirip kafayı güzelleştiren bira Sümerler’in icadı. İşin bu detayına bulaşmaya niyetim yok. Sümerlerin birayı nasıl icat ettiklerini okumak için google’lamak yeter…
Boğaz’da dalarken dipte bir sürü bira şişesi çıkar karşıma. Tekel bayiilerinde gördüğünüz bira markalarının hemen hepsi, kutusu, şişesi, kapağı, hatta kasasıyla arz-ı endam eder derinlerdeki İstanbul’da. Bunda bir tuhaflık yok, zira denize çöplük muamelesi yapmayı huy edinmişiz 7’den 70’e hepimiz. Dibi fazla kurcalamadan bakınca durum böyle, ancak biraz eşeleyip zamanda azıcık geriye gidince, İstanbul’un belleğinden çoook uzun zaman önce silinmiş olan, zamanın derinlerinde kaybolmuş bira markaları ortaya çıkmaya başlar.
Daha bıyıkları yeni terleyen taze bir dalgıç olduğum yıllarda birileri çıkıp, “günün birinde tırmıklı çapa vazgeçilmez dalış aletin olacak” deseydi, dalga geçiyor diye sopayla kovalardım. Dalgıcın tırmıkla ne işi olur dememin üzerinden kabaca 30 sene geçti. Zamanında burun kıvırıp dalgıca yakıştıramadığım o tırmıksa, kurşunculuk yaparak geçirdiğim son 5 yıldır, hemen her dalışta elimden düşmedi. Dibi kazmak, taşları yerinden oynatmak, akıntıyla boğuşurken kendimi dibe mıhlamak için baş yardımcım oldu. Denge yeleğimin kemerine sabitlediğim 3 tırnaklı canavara görenler bir anlam veremeseler de, dipte hayatımı nasıl kolaylaştırdığını bir ben bilirim, bir de Allah. Neyse, tırmık bahsi bu kadar yeter…
Kurşun benim kazanç kapım. Fakat bu ağır metali dibin belirsizliğinde bulmak için kazarken, kentin çamura batmış hatıraları da birer ikişer ortaya çıkmaya başlar. Dibi santim santim kazarken İstanbul’un hatıra defterini sayfa sayfa çeviriyormuşum gibi gelir bana. Gün olur kurşundan başka bir şey çıkmaz o çukurdan. İstanbul nedense boş bırakmıştır o sayfayı ya da sadece yanlış yeri kazmışımdır yarım saat boyunca. Eğer şanslı bir günümdeysem anılarla dolu bir sayfaya denk gelirim derinlerde. Eski anılardan bir parça açığa çıkmıştır karanlığın yüreğinde…
Bana sorarsanız, bira şişeleri ve bunların porselen tıpaları, İstanbul’un geçmişinden kalan en güzel anılar arasındalar. Hele bir de üzerlerinde markaları varsa, şişe ya da tıpa sıradan bir ganimet olmaktan çıkar, asırlık biralarımızı anlatan keyifli bir hikâyeye dönüşür.
Derinlerdeki yolculuğum sırasında bulduğum ilk bira şişesinin üzerinde, günümüzde bulunmayan bir marka var: THE NECTAR BREWERY CO. LTD. BEUYUKDERE CONSTANTINOPLE. Büyükdere Nektar Bira Fabrikası İstanbul olarak tercüme edebileceğimiz bu marka, Osmanlıca ve İngilizce yazılmış. Günümüzde Büyükdere’de bu markanın yerinde yeller esiyor. Kabartmanın merkezindeki Davut Yıldızı, markanın sahibini ele vermek ister gibi.
Sizin tercihiniz nedir bilmiyorum ama şahsen Bomonti bira severim. Aşağı yukarı 10 sene önce Boğaz’ın kuzeyinde bir yerlerde yine tek başıma dolanırken dipte, kumdan başkaldırmış bir nesne takıldı gözüme. Fenerin ışığıyla zümrüt yeşili gibi parlayınca “aha, malı götürdük” dedim içimden. Harala gürele kazdım kumu. Gerçi mücevher değildi bulduğum ama asırlık bir Bomonti bira şişesiydi elimde tuttuğum. BRASSERIE BOMONTI CONSTANTINOPLE yazısının çevrelediği dört yapraklı yonca markasını fenerin ışığında incelerken 40 m derinde zamanın nasıl geçtiğini unutmuştum. Allah’tan dalış bilgisayarı sesli uyarı verdi de aklıma başıma geldi.
Kabasakal Koleksiyonu’nun gözbebeği olan bira şişelerinin hikâyeleri kısaca böyle. Gelelim porselen tıpalara. Şimdilerde plastik taklitleri yapılan tıpalar eskiden porselenden yapılırmış. Tıpayla şişenin arasına sarı lastikten bir conta yerleştirilerek sızdırmazlık sağlanırmış. Bu contayı sağlam saklamak hiç kısmet olmadı. Her seferinde kurudu, çatladı ve toz gibi dağıldı. Tıpalardan ilki İstanbullu bir marka: THE NECTAR BREWERY CO. LTD. CONSTANTINOPLE. Marka tıpanın üzerine Osmanlıca ve İngilizce basılmıştı. Her ne kadar bu tıpanın üzerinde BEUYUKDERE yazmasa da ticari ünvanın geri kalanı yukarıdaki Büyükdere bira şişesindekinin aynısı. Sanki onun tıpası. Çamurdan sığınağında bir asırı devirdi ve zerre hasar görmeden yeniden günışığına kavuştu. Üzerinde NECTAR yazan tıpaya gelince, onun hakkında elle tutulur bilgilere hiç ulaşamadım. Özensiz baskısını dikkate alınca, eski İstanbul’un ucuz markalarından biri mi duruyor acaba karşımızda?
İstanbul kendi bira markalarını yaratmakla kalmamış, yabancı bira markalarını da keyifle konuk etmiş zamanında. Mesela BRASSERIES OLYMPOS NIAUSSA SALONIQUE bir Selanik markası. 1900’lerin başından kalma bu markayı acaba kim atmıştı Boğaz’ın derin karanlığına?
Bir Avusturya markası olan BRAUEREI LIESING bile gelmiş zamanında şehr-i İstanbul’a. Johan Georg Held tarafından 1828’de kurulan tarihi üretimhane 2005’de yanmış. Bir başka Avusturya markası olan DREHER BIERE, 1773’de Franz Anton Dreher tarafından Trieste’de kurulmuş. Şimdi Adriyatik kıyısındaki Trieste nere, Avusturya nere demeyin, zira 18. asırda Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun toprakları Adriyatik Denizi’ne kadar geniş bir alanı kaplıyordu. Dreher birasının asıl ilginç yanı ise, zamanında İstanbul’a gelmekle kalmayıp burada bir de acenta kurmuş olması. Bol kurşunlu keyifli bir dalışta bulduğum beyaz tıpanın üzerinde BIERE DREHER CONSTANTINOPLE J. J. ROSCOLO yazısı okunuyor. J. J. Roscolo acaba kimdi? Muhtemelen markanın İstanbul temsilcisiydi, benim tahminim bu…
Brauerei… Brewery… Birahane…
Şimdilerde sadece bira içilip LigTV falan seyredilen, havasız, bol dumanlı ve argolu bir yere indirgenen “birahane” kelimesi, kökleri taa Sümerler’e uzanan bir üretim kültürünün özeti aslında. Eskiler evde bira yaparlar mıydı? Kim bilir, ancak evde bira yapma modası hızla yayılıyor. Keyif kimyagerliğinin sebepleri ise saymakla bitmez; kimileri zamları bahane ediyor, kimileri damak tadına uygun bir formül arayışı içinde. Internet’te onlarca tarif var en güzel birayı yapma iddiasıyla ortaya fırlayan. Kafayı güzelleştirmeye adanmış bu bilimsel(!) çaba ardında nasıl anılar bırakır, şimdiden öngörmek zor. Ben yine de rüştünü asırlardır ispat etmiş Bomonti Filtresiz’den yanayım. Bazen elimdeki buz gibi bira şişesiyle koleksiyonun durduğu vitrinin karşısına geçiyorum ve derinlerden çıkardığım şişelerin karşısında şerefe, sağlığa, mutluluğa diyerek bir yudum alıyorum. Vaktiyle onları yudumlamış keyifçilere ulaşır umuduyla, sonsuzluğa bir selam yolluyorum.