Geçen hafta eski hocam, değerli dostum Norman Stone hayata gözlerini yumdu. Yüksek lisansa başvurduğum zaman pek de parlak olmayan üniversite yıllarım için övgü dolu bir referans vermişti, ki bu adam, bazı (hak eden) öğrencileri için pek de iç açıcı olmayan -hatta yerin dibine sokan!- “tavsiye” mektupları kaleme almasıyla bilinirdi. Düşünsenize, hocanız yüzünüze gülerek sizi yeren bir mektubu, ağzı kapalı bir zarfta başvurduğunuz okula gönderilmek üzere zat-ı alinize teslim ediyor…
Malum bugünlerde “dedi mi, demedi mi?” oldukça gündem, bizim Norman da (sevimli serseri anlamında) tam bir itti. Sayesinde akademide dönen dolapları, cinsel fantezileri meslektaşları arasında ayyuka çıkmış hırslı hocaları filan öğrenmiş, saflığıma şaşırmıştım. Nasıl da olan biten bu kadar ortadayken şu gözler görememiş… Demek ki, ne aradığını bilmiyorsan gördüğünün bir anlamı olmuyor.
Yurtdışı yıllarımda ve sonrasındaki askerlik dönemim boyunca pek bir irtibatımız olmamıştı, vatani görevimi yaptıktan bir süre sonra kendisini tesadüfen Beyoğlu’nda görmüştüm, bir şeyler yapmak üzere sözleşmiş ve kısa süre sonra da birlikte bir kahvaltı yapmak üzere Asmalımescit Lokal’de buluşmuştuk. Daha yeni yeni emlak fiyatları yükselmeye başlayan Galata’da (kulenin tam karşısındaki bir binadan) orta kat bir daire aldığından bahsetmiş, beni oraya davet etmişti. Vay canına, evin balkonunun manzarası da neydi öyle! Küçük birşeydi ama Boğaz Köprüsü’nden Süleymaniye Camii’ne kadar panoramik bir manzarası vardı. Yani İstanbul’da kendini aşağı atacaksan, o balkondan atacaksın… Öyle yani… O balkonda birlikte kahve içip, Güney Amerika’ya kaçan Nazi subaylarından, Doktor Mengele ve oğlunun bir Bavyera ormanında son kez karşılaşmalarının acıklı hikâyesinden bahsetmişti.
O harika Cuma sabahından sonra uzunca bir süre bir araya gelememiştik. Robinson Crusoe Kitabevi’nin hâlâ cadde üzerinde olduğu günlerdi, yeni kitabı “Turkey”i bu kitapçının vitrininde görmüş, hemen heyecanla Norman’ı aramıştım. Kitabı hemen alacaktım ama bir şartım vardı, bana imzalayacaktı! Küstahlığa bakar mısınız? İki hafta sonra Cihangir’de bizim Tarkan’ın Bahar Meyhanesi’nde buluşmuştuk. Kitap cildinin biraz yıprandığını görünce samimi bir heyecanla “demek okudun, nasıl buldun?” diye sormuştu. “Maalesef Norman” demiştim, “maalesef seyahat çantamda yıprandı sadece, yanımdaki en son Dan Brown kitabından senin kitaba fırsat kalmadı!” Dehşete düşmüştü ama yemeği ısmarlamayı da ihmal etmemişti. İşte fotoğrafını gördüğünüz, o gece bana imzaladığı bu kitaptır.
Türkiye’nin ikinci vatanı olduğuna Atatürk Havalimanı’na (ah Atatürk Havalimanı!) ayak basar basmaz, kocaman bir “sigara içilmez” tabelası önünde uzun uzun sigarasını tüttüren adamı görünce karar verip “işte benim ülkem!” demişti. Tam bir hergeleydi yani. Ve malum, hergeleler, hergelelerle iyi anlaşır.
Mekânı cennet olsun. Kendisini özlem ve buruk bir gülümsemeyle anacağım.
(Norman gerçek bir İstanbul tutkunuydu, öylesine ki, küllerinin bu kadim şehrin havasına, suyuna, toprağına karışmasını istemiş. Merasimi 3 Temmuz Çarşamba günü Feriköy Protestan Mezarlığı’nda yapıldı.)