Günlere, başımızdan geçenlere, memlekette, Dünya’da Mars’ta olanlara, Ay’da olacaklara değinmeden geçiyoruz. Uzay mevzularından öne çıkan patates dağıtımı. Hatta itibariyle ikinci aşılar zamanında yapılacak mi? Yok yok, bizi alkol işine karıştırmayın!
Büyük İskender’in tüm seferleri boyunca İlyada’yı (Ἰλιάς) yanında taşıdığını, Napolyon’un hakeza tüm seferlerinde okunmak üzere sandıklar dolusu kitap taşıttığını, (bu kitapların boyları farklı olduğunda sinirlenerek tüm istediği kitapların aynı ve uygun boyda tekrardan özel basılmasını ve ciltlenmesini sağlayarak, günümüzde bu nüshalara Napolyon’un kindle’ları diye isim takıldığını), hatta ve hatta David Bowie’nin Amerika turnesine giderken bavullar dolusu kitap yanında götürdüğünü hatırl(at)ıyoruz ve kendi dünyamızın keyfine şükrediyoruz.
Bu girizgah bir kitap hikayesi anlatacağımız yanılgısı yaratmasın. Bahsedeceğimiz hikaye Amerika’da 20. yüzyılın ilk yarısında siyahların caz müziğinin gelişimi ve itilip kakılmışlıklarının içine karışan bir hikaye.
Bodrum’a ilk yolculuğumuzda (1974 idi sanırım) 18 saatte varmıştık ve fakat otogardan şehrin ta ucuna gitmek beş ya da altı dakika sürmüştü. O zaman nefesimiz kesilmişti (şimdi nefes alınmıyor…) her gördüğümüzden. İlk orada duymuştum Ahmet Ertegün ismini, müthiş bir evi vardı, hala duruyor. Sonraları magazin haberlerinde Mick Jagger ve benzeri dünyaca ünlü müzisyenleri ağırlandığını duyduk defalarca. Laf aramızda Turgut Cansever eseri olduğunu öğreniyoruz bu vesile ile.
Konumuz başka bu sefer ama, Ahmet Ertegün’ün Bodrum’daki evi değil. Amerika’ya gittiği yıllarda caz müziğine olan merakı, babası Münir Ertegün 1940’larda Washington büyükelçisi iken bu merakın hayatını ve tabii ki abisi Nasuhi Ertegün ile birlikte başkentteki sosyal hayatını nasıl etkilediklerini anlatacağız. Aşağıda Gökhan Akçura varken nasıl haddini bilmezliktir bu değil mi? Olsun çok ilgimizi çekti. Bu gençler caz müziğini ilk duyduklarında hayran kalıyorlar ve dinlemek için kulüpler arıyorlar gidebilecekleri ve farkediyorlar ki, siyahların çaldığı bu kulüplerde pek beyaz yok ve beyazların olduğu ne kulüplerde ne mahallelerde ne hatta otobüslerde siyah yok. Ve ahbap oldukları bu siyah müzisyenleri doğaçlama caz seansları yapmak için sefarete davet ediyorlar. Şöyle bir ilave yapalım. Ahmet, babası Londra sefiri iken ilk defa Duke Ellington’ı izliyor, ve tutku orada başlıyor iflah olmaz bir şekilde. Asil dedikodudur, bilgidir. Londra’da iken Prenses Elizabeth ve kardeşi Anne’i büyükelçilikte kızkardeşi ile birlikte yemeğe ağırlıyorlar. Elizabeth dediğimiz yeni dul kalmış olan Kraliçe 2. Elizabeth.
Babası Mehmet Münir Ertegün erken Cumhuriyetin en önemli diplomatlarından ve Bern, Paris, Londra sefirliklerinden sonra 1934 yılında Washington büyükelçisi oluyor. Ahmet ve abisi Nasuhi bastırılamaz ve reddedilemez merak ve tutkularıyla 14 ila 19 yaşlarda bu müziğin peşine düşüyorlar, hem ne de ne pahasına. Şöförlü makam arabalarında çamur içinde teneke mahallelerine girme, yeraltı kulüpleri ve ne idüğü belirsiz insanlarla takılma. Çok genç yaşta müthiş cevval, sevimli ve girgin kişiliği ile en büyük siyah plakçısının müdavimi ve sıkı dostu olmaktan öte tüm sanataçıları tanıyor ve yakın dostluklar ediniyor.
Mehmet Münir Bey dinibütün beş vakit namazında bir zat, Ahmet’i yazdırdıkları Katolik okulunda Hristiyan din derslerinin mecburi olduğu haberini alınca derhal başka daha serbest bir presbitaryen okula naklediyor. Ancak şöyle bir hikaye var. Bir gün komşu Cumhuriyetçi bir politikacı (malum Trump’ın partisi) bir mektup yazıyor ve diyor ki: “Sefarete son zamanlarda zencilerin ön kapıdan girip çıktıklarını görüyoruz. Zencilerin arka (müstahdem) kapısından girmeleri uygundur.”
Mehmet Münir Bey derhal cevap veriyor: “Tüm misafirlerimiz ön kapımızdan girer çıkar. Siz arzu ediyorsanız müstahdem kapısından girip çıkabilirsiniz.” Tabii bu arada caz seansları tüm hızıyla devam etmektedir. Yukarıdaki fotoğrafın kopyaları kongre kütüphanesinde hala bulunuyor. Bazı gazete arşivlerinde ise aşağıdaki versiyonlar vardır. Evrakını görmedik ama senatodan bu konuda yazı, yani uyarı geldiği ve cevaben “oğullarının sosyoloji tahsil ettikleri çeşitli ırklardan numune arkadaşlar ile etnografik gözlemler amaçladıkları” mealinde bir cevap veriyor. Bu müzik tutkusunun neticesinde, 1944’te büyükelçi rahmetli olduğunda Nasuhi Ertegün’ün plak koleksiyonu 20,000 parçadan oluşuyor.
Ahmet siyahların müzik konserlerinin farklı renkli insanların mekanlarında yapılamadığını görüyor. Yani siyahlar müziklerini beyazların olduğu yerlerde çalamıyorlar ve bu müzik yayılamıyor. İlk ortağı Abrahamson ile siyahı müzisyenleri karışık (yani beyazların da izleyeceği) bir mekanda konser vermeye razı ediyor. Yahudi Kültür Merkezi’nde gerçekleşen konser, bir devrim niteliği taşıyor o dönemde.
Ahmet Ertegün o tarihten itibaren, sınırdışı edilmek pahasına, New York’ta otel resepsiyonu içinde, New Orleans civarının yeraltı hatta bataklık ve ormaniçi caz mekanlarında, aklımıza gelmeyen mekanlarda caz yıldızlarını tarıyor ve çıkartıyor. Hem de nasıl çıkartmak. Kronolojik detaya girmeyelim: Ray Charles ile prova esnasında aynı piyanonun başına oturabilip sözleri ve müziği kurcalaması ve kabul ettirmesi, iki paket sigara içen Aretha Franklin’e sigarayı azalttırması, John Coltrane’nin ilk caz efsanesi olmasını sağlaması, daha sonra Mick Jagger’ı Marianne Faithfull’dan ve Rolling Stones’u iflastan kurtarması, Elvis’i 20,000 dolar için kaçırması. Dikkat ederseniz sona doğru yani 1960’lardan sonra sadece siyah değil beyaz örnekler var, çünkü artık Ahmet Ertegün ve ortakları tüm müzik çeşitlerinin hakimi ve Atlantic şirketi devler arasında.
Trajik ölümü de müzikten uzak değildir, 2007 yılında bir Rolling Stones konserinin kulisinde merdiven çıkarken düşüp kafasını vurur ve bir süre sonra hayatını kaybeder. Bu konser, Martin Scorsese’nin filme aldığı Shine a Light konseri idi.
Anlatılacak çok şey var, mesela büyük dedelerinin Özbek tekkesi şeyhi olması, Vakıflar tarafından tekkenin aileye devredilmesi ve ciddi şekilde restore ve ihya edilmesi ve 1999’da Vakıflara iade edilmesi ve bilahare 300 parçanın soyulması gibi… Ya da Mehmet Münir Bey’in Roosvelt’in yakın arkadaşı olması ve 1944 yılında vefat ettiğinde savaş bittikten sonra 1946 yılında Missouri zırhlısı ile Türkiye’ye getirilmesi ve tüm ailenin Özbekler tekkesinde defnedilmesi gibi…
Ama biz Washington’daki seansları, ailesinin kökenlerini, nereden geldiklerini, büyük bir sanat ve endüstriyi etkileyen Ertegün’ün erken dönemlerini merak ettik ve paylaştık.
Ekber And