Üçümüz de yurtta kalıyorduk. Biri Ankaralıydı, yurda hak kazanmış çalışkan bir çocuktu, hafta sonları eve gider, hafta içi üniversitenin dışına çıkmazdı hiç. Diğeri taşralıydı. İki yan odamda kalıyordu, o da gayet iyi bir talebeydi, malum dershanede okumuş, burslu Bilkent’i kazanmıştı. İkisi de saf Anadolu çocuklarıydı, dindar ve içten. Biri uzak akrabamdı, kapıyı çalmış, ismimle beni sormuştu. “Hayırdır?” diye sorunca utanmış, kekeleyerek “şey” demişti, “ben Necati. Seçkin benim çook uzaktan akrabam olur da”. Aradığı kişinin ben olduğunu söyleyince şaşırmış hemen sarılmıştı tüm samimiyetiyle. Öteki, malum o zaman Facebook filan yok, nereden öğrendiyse doğum günümü öğrenmiş, bir hediyeyle kapımı çalmıştı: Bir Tadelle… Sanki bir hata yapmış gibi utana sıkıla bana hediyemi uzatmıştı, çam sakızı çoban armağanıydı…
Birbirlerini hiç tanımadan mezun oldular, mühendis olan Necati eğitimine Batı’da, politika okuyan Kerem Ankara’da devam etti. Yüksek lisans yaptılar. Kerem, hocası İstanbul’da bir okula geçince onunla gidemedi, Ankara’daki bursunu da kaybetti, şansını devlette denedi, dedim ya akıllı bir çocuktu, hiç zorlanmadan bürokrat olarak iş buldu. Beriki tahsili bitince Kanada’nın en önemli bilişim şirketlerinden birinde çalıştı, ciddi bir kariyeri oldu. Necati cemaatçi değildi ama malum dini bütün insanlardı, onları saygıyla anıyordu. Kerem cemaate daha yakındı, yıllar boyunca uyarılara kulak tıkadı, mantığına değil hislerine yenildi… Evlenene kadar.
Karısı aklı başında bir kızdı, Kerem o grupla arasına mesafe koymuştu ama olan olmuştu bir defa. 15 Temmuz’dan sonra her şeyini didik didik ettiler, onu bilirdim, vatanını seven bir köylü çocuğuydu en nihayetinde, zaten bir şey de bulamadılar. Önce açığa alındı, sonra tamamen işten çıkartıldı. İki çocuğuyla kala kaldı, üstelik artık lanetlenen bir gruptan olmanın utancı gelip üzerine yapışmıştı…
Necati memlekete döndü, bileğinin hakkıyla üst düzey bir bürokrat oldu. Bir dostumuzun cenazesinde karşılaştık, pahalı siyah takımı içinde bayağı ciddiydi, bakışları değişmişti, üstelik artık kekelemiyordu. ”İstanbul’a hiç gelmiyor musun, bir ara bir şeyler yapalım” demiştim, hep belirli vekillerle, belirli çevrelerde toplantıları vardı, “boş ver politikacıları da kaç bir yarım saat, eski bir dostunu gör” demiştim, bir hayli içerlemişti. Bazı şeyler öyle olmuyordu.
Kerem’le bir buçuk sene kadar önce iletişime geçtim, kim bilir ne yapıyordu, hayatını düzene sokmuş muydu? Konuşmamız kısa oldu. İyiydi, bazı şeyler umduğundan güzeldi ama çok şey de değişmişti. Aramasam belki daha iyi ederdim, onu hâlâ takip edenler olabilirdi, benim de başımın belaya girmesini istemezdi, zamanı gelince o beni arardı.
Necati’yi birkaç ay önce aradım, onun en son görüştüğümüzdeki kibirli halini hiç unutamamıştım, belki ben yanlış bir intibaya kapılmıştım, kim bilir? Telefon çaldı durdu öylece. Hiç konuşamadık.
Bizim üniversitedeki sinema gösterimlerinden birinde Bisiklet Hırsızları gösterilmişti, malum İnternet filan da daha yeni ve çok yavaş, ulaşabileceğimiz film sayısı zaten kısıtlı, bu gösterimleri hiç kaçırmazdım. Bisiklet Hırsızları’nın o unutulmaz finalini izlerken tesadüf bu ya, önümde Necati, yanımda da Kerem oturuyordu. Tüm gün oğluyla beraber çalınan bisikletini arayan Antonio çalışabilmek için en sonunda bir başkasının bisikletini çalmaya kalkıyor, yaka paça yakalanıp tartaklanıyor ve belki yaptığı şeyin utancından, belki çaresizlikten, belki de akşama ekmeksiz kalacaklarından altı yedi yaşlarındaki çocuğunun gözleri önünde ağlayarak kalabalıklara karışıyordu. Kerem de, Necati de, ben de ağlıyorduk.
Bu afiş bana hep bu anımı hatırlatır. Arkadaşlarımı özlüyorum.