29 Ekim 1938 tarihli ‘İzci Yemek Karnesi’ bana bir anıyı anımsattı, sizlerle paylaşmak istedim:
Hıfzı Topuz anlatıyor: Cumhuriyet’in 15. yılı, yani 29 Ekim 1938… Atatürk’ü görmek heyecanıyla izci olarak Ankara’ya gitmiştik. Türkiye’nin belli başlı okullarından gelen izci toplulukları oradaydı. Her gün provalar yapılıyordu. Akşamüstü de sokaklara dağılıyor, yeni yeni gelişmekte olan Yenişehir’in caddelerini arşınlıyorduk. En kalabalık yer Sıhhiye’den Kızılay Meydanı’na kadar olan bölümdü. O zamanki en yakın arkadaşım Necdet Ceyhan’la bulvarlarda dolaşan izci kızların en güzellerine takılıyorduk. Takılmak da neydi sanki? Peşlerinden gidip bakışlarını yakalamaya çalışıyorduk. Eğer kızlar gülümserlerse birkaç söz söyleyerek yanlarına yaklaşıyorduk. Yüz bulursak ne âlâ, bulamazsak peşlerini bırakıp başka avlara yöneliyorduk, işte böyle denemelerimizin birinde iki kız bize gülümsedi. Onlar da bizim gibi 15 yaşlarındaydı. Yanlarına yanaştık, onları galiba Kutlu Pastanesi’ne davet ettik. Hayır demediler. Tatlı tatlı sohbet ettik.
Ertesi akşam yine Kızılay’da buluştuk, Çankaya’ya kadar yürüdük. Hava kararıyordu. Döndük bu kez de Maltepe yoluna saptık. Caddelerin arka tarafları bomboştu. Hiçbir yapı yoktu. Solda bir yerlere doğru yürüdük, yollar tükendi. Boş sırtlarda askeri manevra çukurları kazılmıştı. Kızlardan biri Necdet’in yanındaydı, biri de benim yanımda. Tatlı tatlı konuşurken Necdet’le sevgilisini gözden yitirdim. Manevra çukurlarının birine sinmiş sohbet ediyorlardı. Biz de aynı şeyi yaptık, başka bir çukura yumulduk. Kızın elleri avuçlarımdaydı, yüzü kıpkırmızı olmuştu, kalbinin hızlı hızlı çarptığını duyumsuyordum. Kolumu boynuna attım, çekilmedi. Başına uzanarak yanaklarından öptüm, karşı koymadı. Ben de bunun üzerine bir daha öptüm, ilk kez bir kızı coşkulu bir istekle kucaklıyordum. Bir süre sonra sevgilim:
“Geç oluyor, haydi kalkalım!” dedi.
Necdet’le sevgilisi de öteki kazılan yerden çıkmışlardı. Yine birlikte yürüdük. Sanki yüksek bir elektrik akımına kapılmış ve büyülenmiştik. Ertesi gün yine buluşmak üzere kızları apartmanlarının köşesinde bırakarak Necdet’le yürümeye başladık.
“Nasıl geçti?”
“Harika azizim, bildiğin gibi değil. Ben kızı öptüm, ses çıkarmadı.”
“Ben de.”
“Neresinden?”
“Elbette dudağından.”
“Yok yahu! Ben yanaklarından öptüm.”
“Sen enayisin.”
“Öyle vallahi, ne bileyim.”
O gece saatlerce uyuyamadım. İlk öpüşmeyi düşündükçe yatağımda titredim durdum. Ertesi gün geçit provalarında kızları uzaktan gördük. Onlar da izci şapkalarını boyunlarından arkaya sarkıtmış, tıpış tıpış yürüyorlardı. Arkadaşlarımıza kızları göstererek:
“İşte bu benimki!”
“Bu da benimki,” diye övünüyorduk.
Akşamı iple çektik. İzciler dağılır dağılmaz yine aynı yerde buluştuk. Ufak bir Yenişehir turundan sonra yine Maltepe’ye, oradan da manevra çukurlarına geldik, aynı yerlere yerleştik. Bu kez enayilik etmeyecektim. Kolumu sevgilimin boynuna doladıktan sonra dudaklarına uzandım. Hiç şaşırmadı ve kendini bana bıraktı.
Gece yine bende uyku yok. Olayı düşündükçe tir tir titriyordum. Yaşamım boyunca böyle bir heyecan anımsamıyorum.
Ertesi akşam yine aynı senaryo, manevra çukurları ve daha sıcak öpüşmeler.
29 Ekim töreni sona erdi. Akşam birbirimizden gözyaşlarıyla ayrıldık. Onu bir daha ne zaman, nerede görebilecektim?
İstanbul’da ilk işim ona bir mektup yazmak oldu. Bir hafta sonra da ondan bir mektup aldım. Hâlâ saklarım. Şöyle diyordu:
—
“Sen gittiğinden beri bir tapınak içinde yalnız kalan ruhumu mektubun biraz teselli etti Hıfzı. Şimdi artık günlerim hiç bitmeyecek bir sevgiyle seni beklemek, seni düşünmek ve yaşamın umut felsefesiyle avunmak olacak. Dilerim seninki de öyle olsun. Acaba ne zaman, nerede sana kavuşacağım, söyle. Hayatım boyu seni bekleyeceğim.”
—
Zarfın içine bir de vesikalık resim koymuştu. İçim içime sığmıyordu. Heyecandan kanatlanıyordum. Mektubu nerede saklayacağımı bilmiyordum. Gece yatağıma uzanınca mektubu çıkartıp birçok kez okudum, resmini öptüm. Yine titremeler içindeydim…
Ondan bir daha hiç mektup almadım. Ardından yıllar geçti. Bir daha onu hiç göremedim. Ne bir ses ne bir nefes, ne oldu bilmiyorum. Yıllarca onu unutamadım. 15 yaşında bana o mektubu yazan kızın, ilerde yazar ya da şair olmasını beklerdim. Yıllar boyu dergilerde boş yere onun adını aradım. İşte ilk aşkım bu kızdı. İlk kucaklaşma, ilk öpüşme, ilk coşku, ilk titremeler, ilk ayrılık ve ilk aşk mektubu. Bunlar belleğimden hiç silinmedi.
Yaşıyorsa o da şimdi 90 yaşında olmalı. Onu yeniden görmek isterdim. Belki yine sinecek bir manevra çukuru arardık. Hayır, hayır, o çukurların yerinde gökdelenler yükseldi. Belki de onu Çankaya’da bir zamanlar oturduğum Ahmet Rasim Sokağı’ndaki apartmanıma çağırırdım. Kocası varsa ondan gizli gelirdi. Yaşlılar kıskanç ve huysuz olurlar. Adam duysa kudururdu. Salonda birer kadeh şarap içer, Cumhuriyet’in 75. yıldönümünü anardık. O bana “Hıfzı yine o günleri görecek miyiz? Bugünler geçecek mi?” diye sorardı. Ben de ona “Elbette bu kâbuslardan bir gün uyanacağız, o coşkuyu yeniden yaşayacağız, aydınlık günlerden umudunu kesme!” derdim.