Çizgi romanlarla ilgili hemen hemen herkesin bir anısı vardır. Bir dostumuza kulak kabartalım. ‘Hem kerrat cetvelini daha altılara kadar ezberleyemedi hem de harçlığıyla açma çatal yiyeceğine gidip bu kağıt parçalarına yatırıyor parayı Allah’ın cezası’ dedikten sonra Vezüv marka sobanın kapağı büyük kömür maşası yardımı ile aralanır ve o haftaki tüm Teksas, Tommiks, Teks (veya Tex) ve Kinova nüshaları doğru alevin içine. Neyse ki ağabeyim Galatasaray Lisesi’ne girdi de, biraz Jules Verne’e kaydık. Denizlerin altında veya uzayda resimler ile olaya tutunduk.’ diye anlatmaya başlıyor dostumuz. Bir de şöyle diyor: ‘smack’ ‘pack’ diye ünlem işaretleri vardı yumruk atıldığında veya saloon’da kavgada kafada şişe kırıldığında. Bunları anlamıyordum niye böyle yazılıyor. Bir de Teksas’ta Profesör Oklitus Boston’da kapıyı ‘Toc toc toc diye vurduğunda ‘Kim o? sorusuna ‘Amerika ve Hürriyet’ diye şifreli cevap veriyordu. Bir anlamadığım daha ise kapıyı açan avukat Koloni idi. Hürriyet için savaşan bir avukatın adı nasıl Koloni yani sömürge olabilir. 40-45 yaşlarında bu dergilerin İtalya’da çizilip basıldığını öğrendik ve tüm sorular böylece cevaba kavuştu.
Müthiş koleksiyoner bir ağabeyimiz ise başka türlü anlatıyor: ”Ticarete çizgi romanla başladım. İlkokul 4. sınıfta iken tüm bulabildiklerimi alıyor, cumartesiye kadar hepsini okuyordum. Bir gün sinemaya girmek için 5 kuruşumun eksik olduğunu farkettim. Hemen sinemanın önündeyken elimdeki kapsız Tommiks’i kızın birine 5 kuruş karşılığında sattım ve o filme girebildim. Bu başarıyı duyan mahallenin ağabeyleri ertesi gün elime çizgi romanla dolu bir çuval verdiler. Takip eden hafta içinde bir çuval çizgi romanı satmıştım. O zamanlar kıymanın kilosu 14 liraydı. Eve gittiğim zaman ise cebimde tam 130 lira vardı. Sözün özü, bu işlere böylece başlamış oldum.’
Daha genç bir koleksiyoner dostumuz olan Tentenolog; Çağrı Çalışır ise şöyle anlatıyor.
“Hiç çizgi romana düşman bir ailem olmadı; aksine “oku da; ne okursan oku” diye telkinlerle büyüdüm hep. Ben seçtim hep neyi okuyacağımı, neyi sevdiğimi, seveceğimi… Ama “Al oğul, bu Abdülcanbaz’lar senin, bu Mıstık Uzay Çocukları senin; gözün gibi bak bunlara, bunlar bizim değerlerimiz” diyen sesler vardı kulaklarımda…
Çocukluğumda sahip olduğum, oynadığım veya görüp de edinemediğim bir parçayı görünce bir müzayedede; belki de ondandır define bulmuş bir çocuk gibi mutlu oluşum, o yıllara dönüşüm…
Çocuklar ne kadar küçük şeylerle mutlu oluyorlar değil mi? İçimizdeki çocuğu hiç kaybetmememiz dileğiyle…”