Ne zaman bir dostum konuyu sinemaya getirip, yeni bir aksiyon filminden filan bahsedecek olsa, kendimi, takip ettiği yeni edebiyatçılar sorulduğunda “valla ben daha eskileri bitiremedim ki” diyen Haluk Oral gibi hissederim. Yani tüm o Douglas Sirk melodramları bitmiş, belli başlı B filmleri izlenmiş, tüm sessiz hazineler keşfedilmiş, Topaz ya da Esrar Perdesi gibi merak ettiğim Hitchcock filmleri, biraz da mazoşistçe ertelenmemiştir de, sıra yeni yapımlara gelmiştir. (Elbette bu görüşüm belirli yönetmenleri kapsamaz çünkü onların evrensel olduklarını, zamana meydan okuduklarını duyumsar, yeni filmlerini iple çekerim.)
Geçtiğimiz günlerde sevdiğim bir arkadaşım John Wick isimli aksiyonu izlememi “hararetle” önerince, doğal habitatımdan çıkıp Keanu Reeves’in başrolünde oynadığı filmi seyretmeye karar verdim. Şu Netflix’in ABD’de zarfla dvd gönderdiği zamanları bilirim, yüz Türk büyüğünden birinin söylediği gibi Allah’tan “ne güzel teknolojilerimiz var” da, daha en ufak bir izleme tereddüdüne bile fırsat kalmadan bir tıkla kendimizi sinemanın o gizemli , başka dünyasında kendimizi buluyoruz.
Her neyse, bu hikayede kahramanımızın arabası çalınıp, köpeği katlediliyor ve neticede kaçınılmaz intikam başlıyor. John Wick’in senaryosu kaç sayfa, izlerken merak etmedim değil. Girizgahtan hemen sonra (yirminci sayfada filan olmalı bu, çünkü malumunuz, sinemada her bir sayfa, bir dakikaya denk düşer) “Wick kötü adamların kalesi olan bir binaya girer ve önüne gelen bütün kötüleri öldürür”le bitiyor olabilir mi? Yani, bir insanın oturup, “John Wick bardan kaptığı şişeyi soldan kendisine doğru koşan adamın kafasında patlatır, arkasından tekme atmaya çalışan adama belinden çıkardığı silahla ateş eder, bu son öldürdüğü adamın elinden kaptığı bıçağı barın arkasından çıkan adamın gırtlağına saplar” yazdığını düşünmek istemiyorum. Tamam bazen bende de birilerine iki tokat atma isteği zahir oluyor ama yine de bana çok uzak şeyler bunlar, ne o öyle el bombasıyla insan katletmeler, birilerini pirana dolu havuzlara atmalar filan.
Üstelik tüm bunlar, gelmiş geçmiş en iyi aksiyon filmleri olarak Buster Keaton’un The General’ını, 1959 tarihli Gizli Teşkilat’ı ya da nispeten yeni olan Sean Connery ve Nicholas Cage’li Kaya’yı gören bir dimağ için çok fazla. Neticede bu fakir (okurken lütfen halk seviyesinde görünmek için çaba sarf eden bir politikacı olarak bu kelimeyi kullandığımı düşünmeyin) Oyuncak Hikayesi’ni izlerkenki serüven tadını bu güncel filmde alamadı. Yahu güncel film diyorum ama 2014’te yapılmış, ki beş yıllık bir film artık birçoğuna göre oldukça eskidir.
Sen Yemek Sepeti, Faladdin gibi çağın tüm nimetlerinden faydalan, ondan sonra git nuru bir toplu iğne üretemediğimiz ya da Sana Yağ sırasına girdiğimiz eskide, günümüz teknolojisinin olmadığı filmlerde ara. Üstelik adamlar bu kadar çalışıp hepi topu on beş – yirmi yılda yeşil ekran ve özel efektlerle ne filmler çekmişken… Bu benim kadir kıymet bilmezliğime bizim memlekette nankörlük denmez de, ne denir a sevgili okur, ne denir?
Fotoğrafını gördüğünüz, 1959 tarihli Gizli Teşkilat’ın (North by Northwest) Japonya’da ilk gösteriminde kullanılan afiştir. Internette bakarsanız filme ait Japonya’dan çıkmış başka tasarımlara da rastlarsınız ama onlar filmin sonraki gösterimlerinden. Geçen yüzyılın en büyük tasarımcılarından Saul Bass’ın bu yapım için tasarladığı poster maalesef Vertigo gibi pek de etkileyici değil ama bu Japon işi (aklıma nereden geldiyse bir anda Fatma Girik- Kemal Sunal geldi, ah şu zihin, nerelere gidiyor!) filmin tüm macerasını, heyecanını ve Cary Grant’la Eva Marie-Saint arasındaki kimyayı gözlerimizin önüne seriyor. Bir sinema afişinden daha başka ne istenir ki?