Bugün içimden pek bir şey yazmak gelmiyor, aslında ne zamandır böyle ama biraz da bu yüzden bu yazılar yazılıyor ya… Gözümün önüne Aksaray’da avcıların vurduğu flamingolar, zehirlenen sokak köpekleri, Küçükçekmece’nin ve diğer tüm çekmecelerin arka sokakları, bağıran liderler, yükselen kurlar filan geliyor, kurtulamıyorum.
Birkaç günlüğüne ailemle Paris’e geldim, Fransız Sinemateki’ne ya da Picasso Müzesi’ne gidememiş olsam da, şehrin neredeyse tüm atlıkarıncalarını ziyaret ettik. Mesela Vilayet Binası’nın önündeki, Eyfel’in karşı kıyısındakinden daha pahalıymış, çocuklu aileler için, hele hele Euro’nun şahlandığı günümüzde çok önemli olabilecek bu bilgiyi öğrendim, Entel Bülten okuyucularını da bu kıymetli malumattan mahrum etmek olmaz. (Fiyat aynı ama bir tanesi daha kısa sürüyormuş, malum bizim Kayserililer burada atlıkarınca işletmeye başlamışlar demek). İnsan, vaktini böyle geçirmekten elbette biraz pişmanlık hissetse de, şu atlıkarıncalardan ve sirk müziklerinden ve çocuk çığlıklarından ve yakında evlenecek kızların arkadaşlarıyla attıkları kahkahalardan tuhaf bir zevk almıyor da değil. Ama aklım neticede hep başka yerlerde. Memleket insanı terk etmiyor.
Bir galeride Ed Lachman’ın Todd Haynes filmi Far From Heaven’ın çekimi sırasında yakaladığı kareleri gördüm, bana Norman Rockwell’in Amerikasını ve Michael Powell- Emerich Pressburger filmi Kırmızı Pabuçlar’ın Jack Cardiff imzalı sinematografisini hatırlattı. Bir de, Julianne Moore’a sarılan küçük balerinle aramızda bir bağ var sanki: Bazıları gayet güzel bale yapıyor sahne ışıkları altında, bize de, ülke olarak hep bir teselli aramak düşüyor, dışarıdan ve yalnız.
Hayat bir garip. Birbiriyle hiç bağlantısı olamayacak şeyler gün geliyor birilerinin zihninde sıkı sıkı kenetleniyor. “Pembe flamingolar ve Küçükçekmece” gibi. Ne hüzünlü bir şarkı ismi olurdu.