Yurdumuzda her şey yetişiyor da vampir niye yetişmiyor acaba? Gazete haberlerine bakarsak her tür vahşet, cinayet var da, neden bir vampirizm vakası yok? Bunu kan sevgisinin eksikliğine mi vermek gerek? Yakın dönemlerde karşımıza çıkan Zeytinburnu canavarı da vampirden çok yamyam sayılabilir. Evet dişlerini kullanıyor ama parçalamak için. Bir vampire yakışmayacak kadar kaba bir hareket! Bir önceki yazımızda Osmanlı’daki folklorik bilgileri ve rivayetleri ele almış, ardından Drakula’nın roman ve film olan İstanbul serüvenlerini aktarmıştık. Edebiyatımıza yansıyan vampirlere de bir ölçüde değinmiştik. Bu yazımızda ise “hakiki” vampir öykülerinin peşine düşeceğiz. Tabii hissi ve milli olmaları şartıyla!
Gazetelerimize ilk yansıyan vampir, aslında bir elektrikli süpürge markası. AEG’nin sanırım hala ürettiği aletin adı “vampire”… “Toz emme makinası” demişler ilanlarda, pek iddialı! Vampir sonraki yıllarda da, daha çok savaş araçlarında isim olarak karşımıza çıkar. İkinci Dünya Savaşı’nda İngilizlerin Vampir torpido muhribini, hemen ardından yine savaş yıllarında gündeme gelen vampir uçaklarını bu bapta saymak gerekir. Bunlar basına yansıyan “insan dışı vampirler”! Bir de çingenelerin yaptığı “vampir dansı” varmış ki, ne demeye geldiğini bir türlü öğrenemedim…
Musevilerin vampir korkusu
Peki gerçek vampirler nerede? Umudumuzu yitirmeden taramaya devam ettiğimizde karşımıza ilk olarak 1929 yılında Milliyet gazetesinde yayınlanan bir haber çıkıyor: “Genç kızların kanını emen esrarengiz dev! Yahudilere göre İstanbul’a gelmiş ve bir apartmana yerleşmiş?!” Nerdeymiş, nereden gelmiş, niye İstanbul ve hele niye Yahudiler? Gazete zaman zaman vampir, bazen de hortlak olarak adlandırdığı bu esrarengiz adamın Almanya’nın Düseldorf kentinde bir çok genç kızı kanlarını emerek öldürdüğünü yazıyor. Siyah saçlılara dokunmuyor, sarı ve boyalı saçlı on yedi yaşındaki kızları seçiyormuş… Alman polisi bu vampirin peşindeymiş. Lakin onlar orada araya dursun, (şimdi olay ülke sınırlarımızdan içeri girmeye başlıyor) son günlerde İstanbul’da, Musevilerin yoğun olarak bulundukları Kuledibi ve Şişhane semtlerinde, özellikle kadınlar ve çocuklar arasında esrarengiz bir haber olarak dolaşıyormuş. Gerisini aynen gazeteden aktarıyorum: “Vampir Berlin’e ve oradan da İstanbul’a gelmiş. Hatta Tokatlıyan Oteli’nde oturuyormuş. Hortlak denilen şey göze görünmediği için Musevi bazı kimseler buna ihtimal veriyorlar.” Gazete, Polis Müdürü Şerif beye işin aslı astarı var mı diye soruyor. Müdür bey gülerek: “Evet işittim, ne gelen var ne giden! Sadece evham…”[1] Acaba İstanbul Musevileri erken dönem bir Hitler hayaleti ile mi karşılaşmışlardı dersiniz?
Araya savaş yılları girdiğinden ve savaşlar insan nesli için vampirden çok daha tehlikeli olduğundan, 1950’li yıllara kadar bir vampir vakası ile karşılaşmıyoruz. Bu dönemde vampir suçlamasıyla karışımıza ilk çıkan suçlu Ankara’dan Hüseyin Sezer oluyor. Olay 1951 yılının yaz aylarında geçmiş. Akıl hastanesinden yeni çıkmış olan Hüseyin kardeşimiz, iki çocuğu bıçakla delik deşik ederek kanlarını içmiş! Yetmemiş, yakalandıktan sonra parmaklarını keserek kendi kanını içmeye başlamış! Çocuklardan biri ölmüş, diğeri ise sakat kalmış. Hüseyin beyimiz akıl hastanesine geri gönderilmiş sanırım… Literatüre de “Ankara vampiri” adıyla geçmiş…
On yıl kadar ileri gidiyoruz zaman içinde. 1960 yılında gazete sütuunlarını bu kez Fener Vampirleri işgal etmektedir. Dikkatinizi çekerim çoğul kullandım, vampirleri diyerek… Çünkü bu vampirler üç kişi. Fener semtinde küçük çocukları kandırarak evlerine götürmekte, boyunlarından ve omuzlarından enjektörle kanlarını çekmekte, kadehlere koyarak içmekte ve bazı cinsi faaliyetlere yeltenmektedirler. Polis bunların elebaşısı Hüseyin Çetinkaya’yı yakalamış, iki arkadaşını da aramaya başlamıştır. Görüleceği gibi yine Hüseyin adında bir vampirle karşı karşıyayız!
Cihangir vampiri
1964 yılında ise bir vampir çetesi ile karşılaşıyoruz. Ama aslında bu bir hırsız çetesi. Liderleri aslen bir Beyaz Rus olan Vampir Yusuf olduğu için bu isimle anılıyorlar. Aynı yıl Ayazpaşa Vampiri de gündeme gelir. Bu semtte geceleri sarışın kadınlara saldırdığı iddiasıyla yakalanan lise öğrencisi Selçuk Erdem, suçlamaları iftiradır diyerek kabul etmemiş. Delil yetersizliğinden salınan Selçuk bey, altı ay sonra yine Ayazpaşa’da Rosita Ferrer adlı bir İspanyol şantöze arkadan ağzını kapatarak saldırınca yeniden yakalanmış. Çocukcağıza neden vampir yakıştırması yapılmış, belli değil. Gazetelerin yazdığına göre “vampir zanlısı gençle ilgili soruşturma devam etmektedir”.
Dört yıl sonra Selçuk yine karşımıza çıkar, bu kez namı yan bir semte geçerek Cihangir Vampiri olarak yürümüştür. Bir banka “umum müdürü”nün yeğenine musallat olan Selçuk, ondan yüz bulamayınca intikam olarak müdürün otomobilinin lastiklerini parçalamıştır. Cihangir Vampir’inin vampirliği biraz hikaye yani…
Giovanni Scognamillo da “Eyüp vampiri”ni tanıtır bize. Ali Kıvrak adlı bir bu arabacı daha önce de cinayetten tutuklu olup, 1950’de genel afla serbest bırakılmış. 1967 yılında 10-14 yaş arasındaki dört erkek çocuğunu gecekondusuna kapatan Arabacı Ali, 20 gün sürece boyun ve kollarından kan emmiş, sonunda polis tarafından ele geçirilip yeniden hapishanenin yolunu tutmuş. Aynı yıl Samatya’da 6 yaşındaki bir kız çocuğuna sarkıntılık yapan Doğan adlı işçinin de vampir olduğu iddia edilmişse de, olayda pek kan izine rastlanmıyor…
1990 yılında vampir bu kez Üsküdar’dadır! “Üsküdar vampiri adıyla anılan, ‘kan görmek isteyen’ ve komşu çocuğunu boğazlayan bir gündelikçi kadın manşet konusu” olur. Aynı yıllardan hafızama kazınmış bir magazin haberinden de söz etmek gerekli. Dönemin ünlü bir deterjan patronunun, evine getirdiği genç kadınların damarlarından çektiği kanı nasıl içtiğini anlatan bir yazı (ama kesmemişim, kupür hafızamda sadece). Yazanı bile hatırlıyorum: Dansöz Hülya Işıl. O zaman bu kadar önemli konularla ilgilenmediğimden olacak, saklamamışım. Olayın “vampir”i iş adamı ise intihar ederek öldüğünden izini sürmek mümkün olmadı.
Vampirismus
1997 yılının Mayıs ayına ait gazete haberleri arasında, allaha şükür yeni bir ipucu daha karşımıza çıkıyor. Olduğu gibi aktarıyoruz: “Vampir yıllar sonra tekrar ortaya çıktı. Fatih Mahallesinde ailesiyle birlikte oturan Ömer Soğancı, sıcak havalarla birlikte tekrar saldırgan tavırlar sergileyince, komşularının şikayeti üzerine polis tarafından gözaltına alındı. Kendisini Devlet Hastanesine götüren Karakol polislerine saldıran Soğancı, polislerin kollarını tırmalayarak kan-revan içerisinde bıraktı. Güçlükle zaptedilen Soğancı’ya sakinleştirici iğne vurulduktan sonra tekrar Manisa’ya gönderildi.”
“Tekrar” denilince işin bir de geçmişi olduğunu anlıyoruz: “Soğancı, 20 temmuz 1996’da eşi Biray Soğancı’yı dövdükten sonra boynundan ısırmıştı. Bir hafta sonra da merkeze bağlı Zeytinköy beldesinde bir kahvede tartıştığı Mehmet Arslan isimli çiftçiyi de kavga esnasında boynundan ısırıp kaçmıştı. Çiftçi Aslan’ın boynuna Devlet Hastanesinde dikiş atılırken, Soğancı’nın elinden kahvedekileri zor kurtardığını belirtmişti. Ekim 1996’da da Denizli’de babası Himmet Soğancı’yla çalıştığı tarlada para vermediği için tartışan Arslan, yine aynı şekilde babasını boynundan yaraladıktan sonra kanını içmişti. Babası kan kaybından olay yerinde can verirken, olayın görgü tanıkları Ömer Soğancı’nın babasını yaraladıktan sonra boynundan kanını içtiğini ve ağzındaki kanları gömleğine sildiğini” mahkemede ifade etmişlerdi. Denizli 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nde idam istemiyle hakkında dava açılan Soğancı, akli dengesi yerinde olmadığı gerekçesiyle Manisa Ruh Sağlığı Hastalıkları Hastanesi’nde tedavi altına alınmıştı. Ama literatüre de ciddi bir “vampirismus” vakası olarak geçmişti.
Alın size öz be öz bir Türk vampiri. İşbu yazıdaki “vampirturk” takıntısının nedenlerini merak edenlere ise söyleyeceğim tek şey var: Değil mi habire ısırılıyoruz, bırakın bari bizi kendi vatandaşımız ısırsın. Kanımızı niye başkalarına yar edeceğiz ki! Varsa yoksa vampirtürk!
[1] Milliyet 22 Arlaık 1929