Geçen yazımda büyük yeğenimin on iki yaşında olduğu yazmam evde küçük bir infiale sebep oldu çünkü kendisi aslında on iki değil, on dört yaşındadır. Hepiniz bilirsiniz, o dönemlerinde insanlar bu mevzuyu bir gurur meselesine dönüştürebiliyor ve bizimkisi için de durum pek farklı değil. İzmir’de yaşayan bu genç adam bir süredir sınıfından bir kıza aşıkmış, onun nasıl gönlünü çalacağını bilememiş, birkaç ay önce bana danışmıştı. Genç dostuma arkadaşını yaptığı bir aktiviteye davet etmesini, belki orada kızın ilgisini çekebileceğini anlattım, örnekler verdim.
Bizimki Arpazlı Zeybeği oynuyor; yememiş, içmemiş, arkadaşını okul çıkışında ders aldığı dans kursuna -tanıtmak amacıyla, zaten hep öyle değil midir?- götürmüş, zira yakınlarda oturan kızın da dansa pek bir ilgisi varmış. Yeğenim, üzerinde kostüm, başında kabalak, iki el havada, tam Arpazlı bitti derken, önce Somalı ardından da Bergama’ya devam etmiş, kızcağız “tamam, bitti artık” derken bir de Torbalı iki parmak patlatmış. Anlattığına göre bizimki bir hayli kendinden geçmiş ama tüm maharetlerini göstermesi bir işe yaramamış maalesef, çünkü kızcağız Batı danslarını, tekno ve rap eşliğinde yapılan street jazz filan seviyormuş. Aslan parçasının dediğine göre, Zeynep (adı buymuş) aslında başta ilgili görünüyormuş ama belki çok uzattığından, belki de anlayamadığı başka bir kusurundan onu sıkmış olabilirmiş… Neticede bu ilk girişim başarısızlıkla sonuçlanmış. Çocuğu teskin etmeye çalıştım, bazen insanların farklı dünyaları olabileceğinden bahsetttim, kendi kültürüne uzak olan insanlardan hayır gelmeyeceğiyle ilgili bir iki şey zırvaladım, eminim ki yemedi, ama efendi çocuktur, pek de mevzuyu uzatmadı. Neyse ki bu yaşlarda hâlâ dondurma filan az çok işe yarıyor, aramız düzeldi. Eminim Eylül- Ekim gibi -bizim paparazzilerin tabiriyle- yeni bir aşka yelken açar, ama bu da yine hüsranla mı sonuçlanır, yoksa Torbalı İki Parmak bu kez işe yarar mı, bilinmez.
Bu fotoğrafı geçen hafta Amerika’da bir müzayededen aldım, adeta makyajsız bir New York’un fotoğraflarını çeken Weegee’nin “Mars’a Bir Seyahat” isimli karesi. Weegee yani Arthur Fellig Manhattan Polis Merkezi’nin hemen karşısında yaşar, takım elbisesiyle uyurmuş, böylece önemli/ önemsiz polisiye vakalara, cinayetlere, kazalara da en hızlı ulaşan fotomuhabirmiş. Daha neredeyse kariyeri ortalanmadan MoMA’nın da çalışmalarını satın almaya başladığı, zamanla çeşitli sergilerde eserleri sergilenen bir sanatçı olarak kabul görmüş, Naked City yani Çıplak Şehir isimli albüm/ kitabı hala bu kente dair basılan en önemli eserlerden biri olarak gösterilmekte…
Karede 1943 yılındayız, Times Meydanı’nda insanlar sıraya girmiş, bir teleskopla Mars’a bakıyorlar. Esas koleksiyonumla pek alakası yok ama bu fotoğraf büyüledi beni. İnsanlar teleskobun diğer ucunda, Mars’ın suretinde ne görüyorlar? Dindar birinin gökyüzüne bakarken Allah’ın kerametlerine şaşırırken, uzaylılara inanan bir kişinin gözlerinin uzay gemisi araması, astrolojiye ilgisi olanların akıllarına burçların gelmesi ya da kimilerinin Mars’ın dünyamıza bu kadar yaklaşmış olmasının bir kıyamet alameti sayılabileceği iddialarında bulunmaları çok da hayret edilecek şeyler olmasa gerek. Galiba biz, nereye, nasıl bakıyorsak bakalım, aslında yine kendi suretimize bakıyoruz. Bu görüntüyü Facebook hesabımın da fotoğrafı yaptım. Nasıl olsa, bu yazıyı okuyanlar bir Seçkin görüyor, yakın dostlarım başka bir Seçkin, kızlarım bambaşka bir Seçkin. Neticede pek birşey fark etmeyecek, isteyen istediği şekilde, algılarına göre, aynen devam…
Hepimiz Mars’a bakıyoruz belki ama hepimiz aslında kendimizi görüyoruz.