Aslında her şey çok keyifsiz başlamıştı. Birkaç gündür midem tatsızdı ve sabahın köründeki ilk uçakla Bodrum, oradan İstanköy, ardından da ertesi gün Nisyros’a gidecektim. Havalimanında beklediğim yerde mercimek çorbası vardı. İçmeli mi içmemeli mi? Hemen küçük bir araştırma yapmak için cep telefonuma sarıldım. Bir Internet sitesinde şöyle yazıyordu: “Mercimeği kaynattıktan sonra üzerindeki köpüklü su alınmazsa mercimek çorbası ishale sebep olabilmektedir. Özellikle de bebek ya da çocuklara ağır gelebileceği için çok fazla mercimek çorbası içirilmemesi gerekmektedir. Mercimek çorbası ilk suyu ile yapıldığında karın ağrısı ve ishale sebep olabilmektedir.”
Görevli arkadaşla nihayet göz göze gelince ona seslendim, mercimek çorbasının ilk suyuyla yapılıp yapılmadığını sordum. Genç adam anlamamıştı. “Çorbanın” dedim, “mercimeği kaynattıktan sonra üzerindeki köpüklü suyu alındı mı?”
İstanköy’ü belirli sebeplerle çok iyi biliyorum ama On iki Ada’nın bu ikinci büyük adasının çeperindeki sekiz yüz kişilik Nisyros’a hiç gitmemiştim. Gidenler bu adanın doğru düzgün bir plajı dahi olmadığını söylemişlerdi. Hadi bizim memleketteki sıkça rastladığımız yüksek desibelli Serdar Ortaç nağmelerini ve herhalde bu seneki zamlardan sonra 100 TL olan Bodrum lahmacununa benzer pahalı bir yemeği filan geçtim, bari önündeki tellerde ahtapot sallandıran, Türk turistlerin şımarttığı, masaları denize taşan bir taverna olsaydı bari…
Adada, aslında ülkemize çok yakın olmasına rağmen, bunlar bulunmuyordu. Merkez olan Mandrakion’u küçük küçük sokakları birleştiren atmış metrekarelik meydanlar, İtalyanlar’dan kalma ihya edilmiş binalar süslüyordu ama şöyle şezlonglu şemsiyeli turistik kumsallardan eser yoktu. Arabayla balıkçı köyü Pali’yi geçtikten yaklaşık dört beş kilometre sonra gerçekten de adı gibi bir vaha olan bir yol üstü kahvesi bulduk, sıcaktan bunalmış bir halde oraya konuşlandık.
Şimdi Janis Joplin çalıyor, yan masada oturan kadın Yunanca’ya çevrilmiş bir Nazım Hikmet okuyor, Ekber Bey “gönder artık şu yazıyı” dediği için ben de eh, ne yapalım, bunları yazıyorum işte. Kendini adanın serin sularına atmak isteyenler hemen yolun diğer tarafına geçip denize giriyorlar, yanlarında varsa mayoyla, yoksa ta-ta! Görüyorsunuz dostlar Entel Bülten’deki bu yazılar öyle kolay yazılmıyor, bazen bir İstanbul kafesinde yüksek sesle atılan kahkahalar, bazen de dikkati dağıtabilecek böyle başka türlü unsurlar olabiliyor. Şimdi burada oturup bir soğuk kahve ısmarlayacağım, belki sonra denize de girerim -yanlış anlaşılmasın, mayomla. Ama niyetim kesin, tüm gün burada pinekleyeceğim.
Yarın kısmet olursa burada bulunan krateri ziyaret edip (şayet sindirim sistemim düzelmişse) bir de ona uzak bir tepeden bakan bir lokantada yemek yiyeceğim. Keçisi meşhurmuş.
Malumunuz bu yazı siz okumadan bir buçuk hafta kadar önce yazılıyor. Altta yanardağın fotoğrafını görüyorsanız, yarın oraya gittim demektir. Yoksa, yine tam bu noktada oturuyor olacağım, Ağustos ayının her gününü burada geçirdiklerini söyleyen yan masada Nazım Hikmet okuyan Yunanlı kadın ve masasını paylaşan rastalı adamla.
Şimdi kendimi müsaadenizle çılgın kalabalıktan uzak, yukarıda hoparlörden gelen Hendrix’e, kahveme ve dalga seslerine bırakıyorum. Yaza doyulmuyor.
Güzel bir güz dilerim.