Güneydoğu Anadolu‘nun hangi köyünden gelmişti, şimdi hatırlayamıyorum. Abisi, sevdiğim bir lokantada garsondu. “Gel oğlum” demişti, “burada iş var, hiçbir şey yapmazsan iki bulaşık yıkarsın”. İstanbul’a geleli altı ay kadar olmuştu, mutfakta başlamıştı ama baktılar ki yapamıyor, abisinin hatırına sahaya almışlardı. Abisi iyi bir garsondu, neyi nasıl içerim -hayır burada malum Ramazan’dayız diye otosansür uygulamıyorum, Şaban’da da olsak böyle yazardım- bilir, hangi mezeleri sevdiğimi hatırlardı. Sakin saatlerde gittiğimde uzun uzun sohbet eder, her seferinde işlerin nasıl olduğundan başlar, sonra Fener’den, Beşiktaş’tan, Galatasaray’dan ve Başakşehir’den; Akp ve Chp ve Mhp’den; lokantaya gelen ünlülerden; lokantaya gelmeyen ünlülerden; büyük hayranı olduğu Yılmaz Güney’den; hayat pahalılığından, İstanbul trafiğinden; haftasonu kalabalıklarından; Ortaköy’den; yükselen emlâk piyasasından; düşen emlâk piyasasından filan bahsederdik. Kardeşiyle tanıştırdığı gün “Seçkin Abi neredesin, yoksun bir süredir?” diye sormuştu, pek konuşkan bir havamda değildim, “çoluk çocuk, iş güç malum” demiştim, bugün gibi hatırlıyorum. Az sonra Ali gelmişti, tanışmıştık. Güleryüzlü, umut dolu bir çocuktu, dedim ya şehre geleli daha altı ay anca olmuştu. Henüz alışamamıştı ama fena da değildi. En azından işi vardı. “Komiyim ama aslında komiğim ağabey” demişti bana, anlamamıştım. Meğer hayali komedyenlik yapmak, Yılmaz Erdoğan’la tanışmak ve onun talebelerinden olmakmış, Ersin Korkut da böyle çıkmışmış. “Olur inşallah bir gün ağabey” demişti, umut ediyordu. Geleli daha altı ay olmuştu, içi içine sığmıyordu.
Daha sonraları da gördüm Ali’yi, ya yanımda resmi misafirlerim olduğundan, ya da o anda mekân kalabalık olduğundan laflayamıyorduk fazla, yalnız bir defa abisi kulağıma eğilip, “abi bir tanıdık manıdık yok mu şu bizimkisi için?” diye sormuştu.
Birkaç ay geçmişti, kardeşini görememiş, merakla sormuştum, askerdeydi. Dönecek miydi İstanbul’a? Bilmiyordu, kesin değildi ama dönerdi herhalde. Yüzünden belliydi, çocuk büyükşehre, abisiyle ve yengesiyle ve üç yeğeniyle yetmiş beş metrekarede yaşamaya alışamamıştı.
Koca bir yaz geçti, sonbahar geçti, kış -kar yağmadan- geçti, ilkbahar olanca hınzırlığı ve heyecanıyla geçti. Ortada yoktu. Abisi Mustafa’yı görüyor, “ne yapıyor bizim asker?” diye soruyordum, kısa cevaplar veriyordu. Terhis olmuştu. Dönecek miydi, bilmiyordu. Kısa cevaplar veriyordu.
İstanbulluların iyi bildiği bu lokantaya araya yaz tatillerinin, bir iki iş seyahatinin, bizim bacaksızın balıktan soğumasının -eh çocuklar böyledir işte, bir severler, bir sevmezler- girmesi sebepleriyle bir süre uğrayamadım. Nihayet bu ara sonlandığında, bizim asker oradaydı ama bizim Ali, bir değişik Ali olmuştu. Gözleri bir farklı bakıyordu, sanki daha “ağırbaşlı”, sanki daha “gerçekçi”. Görür görmez anladım: Asla Yılmaz Erdoğan’la tanışamayacaktı. Asla televizyonda izlediği o skeçlerde oynayamayacaktı. Hatır gönülle, yalvar yakar bulduğu bu işten asla ayrılamayacak, belki bir süre sonra anca garsonluğa terfi edecekti. Oturduğum masanın yanından aceleyle geçerken selam verdim, “garsonu çağırayım mı ağabey?” diye sordu yabancı bakışlarla. “Bir su rica edecektim” dedim, gitti, iki dakika sonra göründü, pek gülümsemiyor, yalnızca işini yapıyordu.
Tüm bunların olduğu balıkçıya en son geçenlerde, sakin bir saatte yeniden gittim. Bir masanın kirli tabaklarını değiştiriyordu. İşini bitirmesini bekledim, sonra bir baş hareketiyle çağırdım. “Buyrun ağabey?” dedi. Nasıldı, askerlik nasıl geçmişti? Afalladı. İyiydi, geçip gitmişti şükür. “Ne oldu senin şu komedi işleri?” diye sordum. “Ne komedisi ağabey?” diye cevap verdi. “Hani şu Yılmaz Erdoğan meselesi filan…” “Ne Yılmaz Erdoğan meselesi ağabey?” Hatırlamıyordu. O gülen gözleri, o Anadolu duruşuyla uyumlu olan saf hazırcevaplılığı kalmamıştı. Tüm o “komiyim ama komiğim”leri, Ersin Korkut’ları filan unutmuştu, sanki hiç hissetmemiş, hiç olmamış, hiç konuşulmamış gibi… Hayallerini dahi hatırlamıyordu artık. Genç adam tüm ciddiyetiyle karşımda dururken, işte bunları düşünmek bana çok koydu dostlar. İşi, üzerinde kullanılmış buruşuk peçeteler ve yemek artıkları olan tabakları, kirli bardakları değiştirmekti ve müsaademle mutfağa bir bakmalıydı, şimdi, hemen bir garson gönderecekti…
Demem o ki, Türkiye güzel memleketlerden bir memlekettir ama iş evlatlarına gelince, israfı önlemeyen bir memlekettir. Yalnızca Anadolu’nun ücra bir köyünde doğup büyüdüğünden hayatını şimdi ismini anmayacağım bir devlet dairesinde geçiren matematik dehalarından, olağanüstü kulağının farkına varılmayıp belki bir baltaya sap olur diye mahalle kasabına çırak verilen yeniyetmelerden bahsetmiyorum. Umudunu yitirip köylerinde kaybolan, büyük şehirlerde elimizden kayıp giden insanlarımızdan; tek kalan ümidi kapağı yurtdışına atmak olan milyonlarca gencimizden; mahalle aralarında taciz edilerek gelecekleri ellerinden alınan evlatlarımızdan ve üç maymunu oynayan büyüklerden bahsediyorum.
Çok garip bir duygu, tüm bunları bana Paris’te bir müzede dolaşırken gördüğüm Osman Hamdi Bey’in Çocuk Mezarları Önünde Yaşlı Adam tablosu düşündürdü. Çocuklar ölü ve biz öylece izliyoruz. Küçükçekmece’de bir sokak arasında taciz mi edildi, yoksa kalburüstü bir lokantada umutlarından mı vazgeçti, pek fark etmiyor. Tabutlar değişip duruyor, yaşlı adam ben oluyorum. Ne kadar acımasız bir düzen; ne başı, ne de sonu belli olan uzun bir kuyruk ve çocuklarımız adeta sıralarını bekliyor, tüm o çocuk şakalarıyla…