Sanırım 1998’in başlarındaydı. Bir Cumartesi günü Beyazıt’a, Sahaflar Çarşısı’na uğradığımda, her zaman olduğu gibi İbrahim Manav bey’i ziyaret etmiş idim. Hoş beşten sonra kendisine bir kitap sordum: Bosnalı Abdullah Efendi’nin Füsus Şerhi. İbrahim bey, bu eserin iki baskısı olduğunu, ilk tab’ının Bulak Matbaası’nda ikinci baskının da İstanbul’da yapıldığı bilgisini verdikten sonra, “çok zor bulunur Bulak Baskı olanı, acele etme de Bulak olanı al.” dedi. Peki üstadım, yazdım zihnime; diyerek çıktım dükkandan. Bir hafta sonra tekrar uğradığımda yine sordum. Bu defa üzerine vurgu yaparak, geçen hafta bahsettiğiniz eserin ilk basımı olan Bulak Matbaası tab’ını arıyorum fakat hiç bir yerde yok dedim.
İbrahim Bey, “Benim elimde bir tane olacak, fakat dükkana getirmedim, depoda galiba” karşılığını verince, “Abi, depo nerde?” diye sordum. Laleli’de fakültenin karşısında şu sokak şu Numara diye tarif etti. Orada bizim Selahaddin amcamız kalıyor. Şimdi bugün geç oldu ben yarın söylerim senden bahsederim kendisine, vakitlice haftaya gel de doğrudan gidersin yanına tanışırsın” diye sözünü tamamladı. Böylece bir kitabı arar iken iki hafta geçmişti. Üçüncü hafta öğleden sonra doğrudan Laleli’ye gittim. İbrahim Manav üstadımızın verdiği adresi buldum. Bir iş hanının birinci katındaydı. Kapıyı tıkladım. İçerden yaşlı bir kısık ses: “kimdir o” dedi. “Bir kitap soracak idim efendim. İbrahim Manav bey vasıtasıyla geliyorum.” Cevabını verince kapı açıldı. Karşımda esmer uzun boylu yaşına göre haylı dinç bir dede effendi duruyordu. “buyur gel evladım, hoşgeldin” dedi. Biraz izbe bir mekandı bu depo. Içiçe iki oda vardı. Duvar diplerinden tavana kadar her tarafta kitaplar, kitaplar, kitaplar vardı. İçerisi hurda kağıt deposu gibi kokuyordu. Odanın bir köşesinde de küçük bir masa ve çek yat tarzı oturma takımı bulunmaktaydı.
Maruzatımı beyan ettim, “Füsus şerhi, Abdullah Bosnavi”. Dede bey amca, biraz düşündükten sonra: “haa evet o kitap olacak burada, dur bakayım dedi ve kalkıp karşı yığınlardan bir kitap yığının önüne varıp bir iki uğraştı ve elinde büyükçe bir kitap ile döndü. “işte bu senin aradığın kitap, iyi de sen bunu okuyabiliyor musun?” “Biraz öğrendim, kendimi geliştire geliştire okuyacağım efendim” karşılığını verdim. “maşallah maşallah,” diye başını salladı. Borcum ne kadar dediğimde, “200 amma sen 150 ver yeter, buraya kadar yoruldun”.
O gün bir kitabın peşinde başlayan tanışma başka kitapları da arayıp bulma sevdasına dönüştü. Artık hemen her hafta Beyazıt Sahaflar Çarşısı’na yolum düştüğünde bu depoya da uğrayıp kitaplarla içiçe kalan bu dede bey amcadan başka kitaplar ediniyordum. İbrahim Manav’ın vasıtası ile dükkanın kitap deposunda kitaplarla iç içe kalan bu şahsiyet, sonradan öğrenmiştim ki; bir asker emeklisi idi.
Sonraki ziyaretlerimde hediye ettiği Muhiddin İbn Arabi’nin Fütühat-ı Mekkiyye Tercümesi’nde adını okudum: Selahaddin Alpay. Bu kitabı Endülüs dönemi bir yazma nüsha’dan özet olarak tercüme etmişti. Kendisinden bizzat dinlemiştim ki Endülüs Arapçasına da aşina idi. 1977 yılında basılan bu tercümesinin girişinde şu kayıt bulunuyor:
Bu kitabın tercümesine başlamadan evvel uzun uzun düşündüm. Daha doğrusu cesaretim yoktu. Büyük şeyhin ruhaniyetinden çekiniyordum. Hata yapmaktan korkuyordum. Fakat Allah’ın inayeti bana yetişti. Rüyamda bu ulu zatın bana seslenerek; beni Anadolu çocuklarına ve halkına tanıt ben onları severim. Vaktiyle o diyarları da ziyaret etmiştim. Mevlana gibi bir talebem vardır, diye seslenmesi bana bu kitabı terceme etmeme ….”.. Ne kadar enteresan bir yaklaşım ve ruh hali.
Sadece kitaplarla iç içe olmak değil, müellifleriyle de ruh akrabalığı işe böyle bir şey demek ki.
2001 yılında terk-i dünya eden bu kitaplar aşığı bilgenin, maalesef hiç fotoğrafını çekemedim. Ne zaman çekmek istesem. “hayır çekme fotoğrafımı, istemiyorum fotoğrafta bir hayalimin çıkmasını” demişti. Bu ilginç tanıklığım ile hatırladığım Selahaddin Alpay’ın kendi kaleminden hayatı ise imlasına müdahale etmeksizin aynen şöyle:
“sabık Hicaz hattı kumandanlarından ve askeri mühendislerinden şehit Erzurumlu Osman feyzi bey mahdumu. Aslen istanbullu ve Rumelili Türk bir babadan 1326-1910 da Medine-i Münevverede doğdum. Şamda nüfusa kayd oldum. Çok küçük yaşta Şamda çalık mahallesindeki şeyh Abdullah tekkesine devamla Kuran tilavetini öğrendim. Daha sonra Şeyh Hamid et-taki el-nakşidendi hocamdan arapça, sarf ve nahiv, inşa, imla, kitabet ve hat ile kuran tefsiri mana ve hadisleri öğrenip yüksek derecede icazet aldım. Bu meyanda arapçadan gayri yabancı bir dil de merak edip öğrendim. Cumhuriyetin ilanından sonra İzmir havalisinde yunan işgal ve katliamından sonra hayatta kalanlarla İstanbul’a gelerek Üsküdarda yerleştik. Ve Kuleli Askeri İdadisine 1925 senesinde girerek ve oradan da 1931 1932 senesinde harp okuluna ve daha sonra 1934 senesinde bitirip bir muvazzaf subay olarak şerefli ordumuzun sıralarına katıldım. 15 sene hizmetten sonra ikinci dünya harbinin hitamında 1946 senesi sonunda yetiştiğim bu şanlı ordu ocağından ayrılmak mecburiyetinde kaldım. Tekrar hicaza döndüm. Yüksek okullarda İslam tarihi, astronomi , topoğrafya okuttum ve bir hayli talebe yetiştirdim. On iki sene sonra (1958) memleketim olan İstanbul’a döndm. Baki kalan hoş bir sedadır. 15.6.1971”
Yukarıda: Selahaddin Alpay’ın tercüme ettiği el-Fütûḥâtü’l-Mekkiyye’nin müellif hattı nüshasının unvan sayfası (TİEM, nr. 1845) Aşağıda: Bari eseri ile görünür kılalım bu sırlı kitap dostunu diye paylaştığım tercüme eseri: Fütühat-ı Mekkiye.