Koleksiyoner ruhu mu? Para kazanma amacı mı?

Yıllarca evvel Üsküdar sahilde bir çay bahçesinde kitapsever ve koleksiyoner olmanın ötesinde tekke musikisini en iyi bilen üstadların başında gelen rahmetli Nezih Uzel ile oturup kitaplardan, koleksiyonlardan konuşmuştum. Bugün o sohbetin hatırasını hatırlarken, yazıma konu olan detay da kendiliğinden oluşuverdi. Evet, neden koleksiyon yapıyoruz? Kendi payıma bir takım farklı konulara duyduğum yakın ilginin yansıması olarak, yazma ya da baskı ilgi sahama giren eserleri topluyorum, buna parallel olarak da yine ilgi alanıma giren mevzularda belge, fotoğraf kısaca dilimize efemera adıyla yerleşen nesneleri de ediniyorum. Hepimiz, konu farklılığı dışında böyle yapıyoruz. Burada durup kendi kendime şunu soruyorum: Bu yaptığımız, koleksiyon ruhu mu? Ya da biriktirip toplayıp yatırım yapıp, ilerde para kazanmayı mı amaç ediniyoruz.

İşte koleksiyoner oluşun ciddi manada turnusol kağıdı bu iki ayrımdır. Kanaatimce, koleksiyon para kazanma amacı ile yapılmaz. Koleksiyon ilginizin tezahürü ne yönde gelişiyorsa o doğrultuda ilerlersiniz. Bu da sizi siz yapan, size kimlik kazandıran bir üst kültür değerine dönüşür. Oluşturulan koleksiyonun elbette maddi karşılığı vardır. Fakat, bu maddi karşılık “değerini bulmak” şeklinde düşünüldüğünde böyle bir “değerini bulmak” söz konusu değildir. Bu söz konusu olmayış, değersizleşme değil, tam tersine zaman içinde elbette ciddi manada bir değerin oluştuğu bir hakikattır. Bunu da bir örnek ile somutlaştırayım; yaklaşık 20 yıl evvel, Taksim’de çantacılık yapan bir tanıdığım, Tosya’da tesadüfen eski bir taş evin oluklu kiremitinin altından çıkan bir fermandan bahsetmiş ve bunu satmak için getirmişti. Baktığımda bunun Yavuz Sultan Selim Fermanı oluğunu görmüş idim. O yıllarda piyasası maalesef zayıf olduğundan ancak 2 bin dolara (kendi bütçemi aştığı için), bir tanıdığıma “al bunu da evine as” demiştim. Aradan yıllar geçti, alıp evine asan ahbabım, ihtiyaçtan “bunu satalım” dedi. Tekrar el değiştirdi; fiyat 20 bin dolar olmuş idi. Alan da bir başka koleksiyoner dostum idi. Bir geçmeden çevresinin de üstelemesi ile bu defa yine satış gündeme geldi; “Yavuz Sultan Selim Köprüsü açılışı olacak, bunu alıp açılışta hediye edersiniz” kurgusu ile! Satıldı; Fiyat uçmuş idi; 250 bin dolar. İşte böyle bir yaşanmış hatıra. Şimdi efendim. Bu nesnenin değeri, 2 bin dolar mı? 20 bin dolar mı? 250 bin dolar mı? Elbette ki hiçbiri değil. Çünkü Yavuz Sultan Selim Fermanı çok ünik bir nesne ve bugün Osmanlı arşivinde bile yorgun eksik bir adet örnek var. Bu satılan nesne ise o yıllarda bir dergisinde görseli ile birlikte unutulmamak için bilgisi yer aldı. Bendenizde ise ilk gördüğüm zaman edindiğim dijital kopyası kaldı. Bu hususu biraz daha açıklamak için koleksiyon malzemesi olarak bir kitabı tedarik eden mesela sahaflar ile, müşterisi olan koleksiyoner açısından iki yönlü ele alayım. Sahaf bir mühim eseri temin eder, kazancını elbette düşünerek fiyatlandırır ve ilgilisi çıkınca da satış gerçekleşir. Sahafımız bu sattığı fiyata mesela kısa bir zaman diliminde aynı eseri elde edebilecek midir? Hayır. Peki koleksiyoner aldığı fiyata yine mesela kısa bir zaman diliminde bunu satmak istese aynı fiyata satabilecek midir? Bunun da cevabı; Hayır. İşte yıllar evvel Nezih Baba ile (kendisi biraz melami, biraz bektaşi meşrep olduğundan O’na Nezih Baba der idim) yaptığım sohbetin konusu bu minvalde idi. O sohbette Nezih baba; -“A benim canım efendim, seviyoruz kitapları. Para da neymiş. Alıyoruz işte. Haa ilerde kim kadrü kıymetini bilir o da muamma. Fakat hoş, bunları para kazanalım diye toplamıyoruz ya! Kendi ruhumuzu zengin kılmak için topluyoruz.” diyerek toparlamıştı sohbetini.
Evet, işte böyle, yazmadan baskıya, baskıdan efemeraya topluyoruz, ruh
zenginliğimiz için. Nezih Baba’yı da bir kez daha rahmetle yad ediyor, güzel bir
yazısını da aşağıda okuyabilirsiniz diyorum vesselam.

KİTAPTIR DOSTUMUZ / Nezih Uzel
Kitaptır dostumuz, taa ölene kadar. Neler neler icat oldu kitaptan
sonra. Ama hiçbiri kitabın yerini tutamadı. Sinema, video, şimdi de
bilgisayar; hiçbiri kitapla baş edemediler. Hiçbiri kitabı tahtından
indiremediler. Hep yerinde durdu kitap, kitaplar, ciltler…
Okuyucularıyla, üreticileriyle, dağıtıcı, depolayıcı, satıcılarıyla…
Kısacası tüm ilgilenenleriyle. Her zaman her devirde kitap oldu…
Alındı satıldı okundu.
Bazıları kitaplara düşman oldular, güneşe kızan köstebekler gibi.
Yaktılar, yok ettiler, yasakladılar; kitabı ortadan kaldırınca onun
işaret ettiği kötülükler de sanki ortadan kalkacakmış gibi… Keşke
öyle olsaydı! Kötülükleri yazan kitaplar talihsiz ülkelerde siyasal
erkin tutucuları eliyle gizlendikçe kötülükler daha fazla saldırdı
insanlara, yüzlerine karşı haince sırıtarak… Kitabın yazdığına
kızacak yerde, kitaba kızanlar güneş tutulduğunda teneke çalan ilkel
kavimler gibi gülünç oldular. Ama asırlar ne onlara ne de onların
çıraklarına pabuç bıraktı. Deve gibi yürüdü doğruyu yazan
kitaplar… Medeniyetler batırdı, medeniyetler doğurdu kitaplar…
Haksıza işkence, haklıya güvence oldular…
Kitap olmasaydı ne yapardık bilemiyorum… İcat ederdik. Öncekiler
de öyle yapmışlar. Birilerinin başına gelenleri başkalarına
anlatmaya sıra geldiğinde yazıyı ve sonra da kitabı icat etmişler.

Topluluk şeklinde yaşayan insanların birbirlerinden haber
alabilmelerinin tek çaresi kitaptır, okumadır sanıyorum. İnsanın
kendi kendisiyle anlaşması, barışmasının da yolu kitap olmalıdır.
Dosttur kitap insana, her an yanında, her an çevresinde, her an
elinin uzanabildiği yerde, ölene kadar… Yaşıtlarımız kumda çelik
oynarken biz kitapçıların çarşısının yolunu çoktan öğrenmiştik…
Tanrıya şükürler olsun ki işe erken başlamışlardanız… Geçtiğimiz
hafta Beyazıt Sahaflar çarşısının duayeni değerli Arslan
Kaynardağ’ın dükkânına girdim. “Arslan bey bana bir çay ısmarlar
mısınız?” dedim. Aslında arsızlığa hiç lüzum yoktu. Kerem sahibi
Kaynardağ her zaman mükrim ve mültefitti. O yüzden “sebep” der
gibi yüzüme baktı. Üstadı fazla bekletmedim. “Bu yıl size müşteri
oluşumun 43. Yılı.” Arslan beyin gözleri doldu…
Eski yıllarda çarşıda Nizameddin Aktuç vardı. Bir gün dükkânına
girdim. İçerde benden başka bir kişi daha dolaşıyordu. Bir kitabı
gözüme kestirip fiyatını sordum. Nizameddin ağabey, “On lira…”
dedi. Onun sesini duyan dükkândaki üçüncü kişi hışımla döndü. Az
önce aynı kitabı sormuştum bana yüz lira dedin ya!…” dedi.
Nizameddin ağabey hiç istifini bozmadı. “Sana yüz, o çocuğa on
lira…” dedi. İşte o zaman o onar liralara aldığım kitaplardır ki
bana bugün bir meslek, bir yol, bir hayat kazandırdı. Ellili, altmışlı,
yetmişli yıllarda yüzlerce kitap böylece bizim evin yolunu tuttu da
bugün dillere destan bir koleksiyon ortaya çıktı… Bilemem bizden
sonrakiler kıymet bilecek mi?

Bizim Dede merhum, Fatih dersiazamlarından aynı zamanda
Sarıgüzel İmamı Filibeli Hoca derler bir âlim kişiymiş… Pek çok
kitabı varmış. Neye yarar ki o zaman oturdukları Fatih Zülali Çeşme
Sokağı’nda tüm evler ahşap… O yüzden Dede merhum, en nadide
seçme eserlerini bir çuvalın içinde kapı arkasında saklarmış: yangın
olursa acele kaçırsınlar diye… Ve beklenen yangın olmuş… 1906
Çırçır yangınında ne çuval kalmış ne kütüphane… Ateşin mahalleye
yaklaştığı en azgın zamanında ailenin tanımadığı bir adam eve
girmiş de raflar dolusu eserlerin karşısında “Ah bu kitaplar yanacak
mı?” diye çırpınır dururmuş. Bizimkiler yıllarca anlattılardı bu
olayı…
Evet biz o kitapları yaktık… Yangında kazayla yaktık, rejim
kavgalarında siyaseten yaktık… Hep yaktık… Ya morali bozulan
yazarlar yüzünden yazılmayan kitaplar… Onların hesabı da ruz-ı
mahşerde İnşallah… Ama kitap yine bize dost…
[Simurg Kitap Kokusu, Ekim 1999, sayı 1]

BİRİNCİ GÖRSEL: Osmanlı Arşivinde yer alan yorgun durumdaki Yavuz Sultan
Selim Fermanı.
İKİNCİ GÖRSEL: Nezih Uzel Baba.

Shopping Cart
Scroll to Top