Bunları yazmaya başladığım şu saat gibi bir vakitte, bir gece yarısı uyandı, susamıştı. Yarı uyur mutfağa gidecekti ki, telefonundaki cevapsız çağrıları ve mesajları gördü. Geçmiş olmasını diliyorlardı. Önce anlam veremedi, Facebook’ta da insanlar yazmışlardı, bir öğrencisi “ait olduğunuz yere umarım en kısa zamanda dönersiniz hocam” diyordu. Nereye aitti ki? Neler oluyordu? Kendini çimdikledi, yoo, basbayağı uyanıktı. Eşini kaldırdı, “atılmışım galiba” dedi. Adam şaşırmamıştı, “biliyorum” kelimesi çıktı dudaklarından sadece. Yan odadaki kızına gidip bakmak geldi içinden, kapının eşiğinde dakikalarca öylesine durdu ve neden sonra başucuna gidip derin derin uyuyan yavrusunun o huzurlu halini izledi, neredeyse sabaha kadar, kafasında soru işaretleri.
Eşinin bir işi vardı en azından. İdare ederlerdi. Üç gün geçmeden, onu da fişlediler, ne de olsa ihraç edilen bir akademisyenin kocasıydı. Pasaportuna el koydular, siciline istihdam edilemez damgası vurdular. Elinden tüm çalışma olanaklarını ve akademik hayallerini aldılar. “Aç kal” demiyorlardı yalnızca, “kökün kurusun” diyorlardı. Belki de kendisini suçlu hissediyor, üç yaşındaki kızının gözlerinin içine bakamıyordu. Yalnızca masumiyeti bilen birine nasıl anlatılırdı ki tüm bunlar?
Lise arkadaşım Aslı işte bunları birkaç yıl önce yaşadı. “Yapmasaydı”lara filan girmeyeceğim çünkü hiçbir imza, küçücük bir çocuktan rövanşı alınacak kadar değerli değildir. Konuşuyorduk ama geceleri gündüzleri nasıl geçti, kimlere kırıldı, nelere pişman oldu, nelere olmadı, bilmiyordum çünkü konuyu, her zaman mümkün olmasa da, bilerek değiştirmeye çalışıyordum. Meğer minik Asya’sıyla beraber içindekileri de büyütüyormuş okuyarak, düşünerek ve yazarak. Ve onlar, zamanla, Picasso’nun, Hopper’ın, tuzdan eserler yapan ve sonra da bunları okyanusa bırakıp ölümsüzleştiren Motoi Yamamoto’nun, sigara izmaritlerinin, Black Mirror’un, Vesikalı Yarim’in rehberliğinde, rotasında kader, özlem, unutulduğu sanılan çocukluk hatıraları, kayıplar olan bir yolculuğa dönüşmüş.
Günlerdir Teksas’ta, standart bir otoyol kenarı otelinde kalıyorum. Sabahları mısır gevreği, tost, derin dondurucudan çıkartılıp ısıtıldığını tahmin ettiğim arasında çedar peyniri olan garip ama lezzetli bir yumurta sandiviçi, hazır portakal suyu ve tatsız tuzsuz bir çayla kahvaltı yapıyorum. Akşamları ise bazen saat farkından mı yoksa o dev kamyon farlarından mı bilmem, uyku tutmuyor… İşte o vakitlerde “Dönüşümün Kitabı”na dalıp gidiyorum. Bu bana, eski bir okul arkadaşımla dertleşiyormuşum hissi veriyor, belki de, zaten öyle. Aslı’nınkisi bir direniş olduğu kadar beş yaşındaki kızının sorumluluğunu omuzlarında taşıyan bir annenin yemeden içmeden kesilme eylemi. Anneler, hiçbir zaman küçücük çocuklarını arkada bırakıp açlık grevi yapamazlar ki…
(Kısa Not: Sevgili dostlar, bu yazı, politik filtrelerden süzülsün diye değil, insani bir mercekle bakılmak üzere yazıldı. Sanatın hayatımızda giderek büyüyen boşlukları her zamankinden fazla doldurduğu günümüzü düşünmek ve kültüre biraz daha sarılmak için güzel bir vesile olan “Zihin Koleksiyoncusu”nu okumanızı tavsiye ederim.)